Analiz

Yeni küresel siyasette Almanya: Tarihin prangası mı, değişimin ayak sesleri mi?

Uluslararası kuruluşların prestijlerinin azaldığı, aşırı sağın ve popülist siyasetin pek çok ülkede yükselişe geçtiği "olağandışı" bu dönemde Almanya'nın küresel siyasette nasıl bir rol üsteleneceği merak konusu.

Prof. Dr. Birgül Demirtaş  | 17.09.2019 - Güncelleme : 24.09.2019
Yeni küresel siyasette Almanya: Tarihin prangası mı, değişimin ayak sesleri mi?

İstanbul

Küresel siyaset, henüz tam olarak nasıl adlandıracağımızı bilemediğimiz yeni bir süreçten geçiyor. Yeni dönemi; ister popülizm çağı, ister belirsizlik dönemi, ister devletdışı aktörlerin hegemonyası olarak nitelendirelim şu bir gerçek ki Berlin Duvarı’nın yıkılışı ya da 11 Eylül gibi yeni bir tarihsel dönemeçle karşı karşıyayız.

Almanya’nın küreseldeki konumunun değişebilmesi, öncelikle Almanya’da bir zihniyet değişimiyle mümkün olacak. Bu durum, kısa vadede mümkün değil.

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki hiç kimsenin birkaç sene öncesine kadar aklına bile getiremeyeceği süreçler ardı ardına yaşanıyor. Kim derdi ki Avrupa Birliği’nin (AB) en büyük ülkelerinden Britanya, Birlik’ten çıkmak isteyecek? ABD Başkanı’nın NATO’yu eskimiş bir kurum olarak nitelendireceğini, hatta ABD’nin NATO’dan çıkmasını gündeme getirebileceğini kim tahmin edebilirdi? Veya benzer şekilde, liberal dünya düzeninin en büyük kurucusu ABD’nin en üst düzey liderinin bu düzenin pek çok kurumuna arka arkaya ciddi eleştiriler getireceğini kim bilebilirdi? “Önce Amerika” sloganıyla ticarette korumacılığı savunup gümrük tarifelerini artırmaya kalkacağını da kimse tahmin edememişti. Orta Doğu’da bir ülkenin dünyanın seyretmekle yetindiği iç savaş nedeniyle tarumar olacağını 2010’da tahmin edebilen çıkar mıydı?

Berlin, Trump yönetimi politikaları dahil mevcut küresel meydan okumalarla başa çıkabilmek için AB’deki ortaklarıyla birlikte politikalar belirlemeye ve birlikte liderlik rolü oynamaya çalışacaktır.

Uluslararası kuruluşların prestijlerinin azaldığı, küresel terör örgütlerinin korkunç insani acılara yol açtığı, aşırı sağın ve popülist siyasetin pek çok ülkede yükselişe geçtiği “olağandışı” böyle bir zamanda Almanya küresel siyasette nasıl bir rol oynamaktadır?

Dünyanın en büyük dördüncü ekonomik gücü

Öncelikle, Alman İmparatorluğu zamanından bu yana Almanya’nın küresel siyasetinde iki alternatiften birinin hakim olduğunu belirtebiliriz: Hegemon güç olma çabası veya statükonun devamı. Almanya 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında İmparator II. Wilhelm döneminde ve de 1930’larda Hitler’in Nasyonal Sosyalizm adı altındaki faşist yönetiminde askeri güç kullanarak dünya lideri olmaya çalıştı. Almanya’nın sınırlarını genişletmeyi amaçlayan bu politikalar, II. Wilhelm döneminde I. Dünya Savaşı’na, Hitler zamanında da İkinci Dünya Savaşı’na yol açarak hem Almanya’ya hem de dünyaya felaket getirdi.

Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgalci güçler tarafından önce dörde, sonra ikiye bölündü. ABD’nin liderliğindeki Batı blokunun üyesi olan Federal Almanya Cumhuriyeti (Batı Almanya), hem statükocu dış politikaya geri döndü hem barışçı dış politika kültürü inşa etti hem de 1950’lerde Avrupa entegrasyon sürecini başlatarak bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerini atan ülkelerden biri oldu.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılıp Batı Almanya ve Doğu Almanya’nın birleşmesinin ardından dış politikadaki bu temel ilkeler devam etti. Bugün Almanya’nın küresel düzendeki konumunu şu şekilde özetleyebiliriz: Almanya dünyanın en büyük dördüncü ekonomik gücü. Üstelik bunu 83 milyonluk nüfusuyla başarmakta! Bir de doğal kaynaklar açısından zengin bir ülke olmamasına rağmen ekonomik bir güç olduğunu not etmek gerekir. Ne petrolü ne doğalgazı ne değerli madenleri var Almanya’nın. Ne de kendine yetebilecek tarımsal gücü. Hem enerji kaynakları hem de tarım ürünleri açısından Almanya dışa bağımlı. Buna rağmen Almanya, ekonomik açıdan dünya gücü.

Almanya’nın ekonomik gücünün kaynağı, güçlü sanayisi ve istikrarlı finansal yapısıdır. Ifo Enstitüsü’nün verilerine göre Almanya ticaret fazlası açısından dünya lideridir. Bir başka deyişle, ülke yurtdışından satın aldığı mallardan çok daha fazlasını ihraç etmektedir. Berlin sadece ihracat devi değil, aynı zamanda GSMH devidir. Ifo verilerine göre Almanya son dört yıldır, bütçesi en çok fazla veren ülkedir. Küresel siyasette ve ekonomide yaşanan tüm çalkantılar, Almanya’nın ekonomik gücüne herhangi bir zarar vermemiştir.

Transatlantik ilişkilerde çatlak

Almanya’nın küresel sistemdeki siyasi konumu ise ekonomik konumundan farklıdır. “Ekonomik dev” olan Almanya, siyasal olarak değerlendirildiğinde orta büyüklü güç statüsündedir. Küresel siyasette lider olma gibi bir hevesi ve hedefi yoktur. Tek taraflı politikaların ve küreselde liderlik hırsının sonuçlarını İkinci Dünya Savaşı travmasını yaşayarak tecrübe eden Alman karar alıcılar, dış politikada müttefikleriyle birlikte hareket etmeye ve “sivil güç” parametrelerine uygun davranmaya çalışmaktadır.

Sivil güç kavramı, dış politikada askeri gücün değil, sivil araçların kullanılmasını; diğer ülkelerle işbirliği içinde hareket edilmesini ve egemenliğin paylaşılacağı ulusüstü kurumlar geliştirilmesini ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Alman dış politikası büyük ölçüde sivil güç kavramsallaştırmasına uygun şekilde geliştirilmiştir. Ancak iki kutuplu dünya düzeninin sona ermesinin ardından Almanya bazı durumlarda nadiren de olsa askeri güç kullanmaya başlamıştır. NATO’nun 1999’daki Kosova müdahalesine katılması, ayrıca Afganistan’daki ISAF misyonuna dahil olması, Almanya’nın sivil güçten realist sivil güçe doğru evrildiğini işaret etmektedir.

Bunun yanında, Almanya’da Angela Merkel’in başbakanlığındaki hükümetin son yıllarda en fazla sorun yaşadığı ülkelerin başında ABD gelmektedir. Berlin’in transatlantik ilişkilerde yaşadığı sorunlar üç başlık altında ele alınabilir: ekonomi, dış politika ve çevre.

Ekonomi konusundaki anlaşmazlığın temeli Almanya’nın dünyada en fazla ticaret fazlası veren ülke, ABD’nin ise en fazla ticaret açığı veren ülke olmasında yatmaktadır. Merkel’in Mart 2017’de ABD’yi ziyaret ettiği sırada düzenlenen basın toplantısında ABD Başkanı Donald Trump’ın Merkel’in elini sıkmamasıyla sembolize olan anlaşmazlıkların temelinde ticari konulardaki anlaşmazlıklar yatmaktadır. Trump yönetimi, Almanya’yla ticarette verilen açıktan Berlin’in politikalarını sorumlu tutmaktadır. ABD’nin eleştiri okları özelde Almanya’yı, genelde ise AB’yi hedeflemektedir. Nitekim Trump’ın başa geçer geçmez AB-ABD arasında serbest ticaret öngören Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması (TTIP) müzakerelerini askıya alması, yaşanacak zor dönemlerin başlangıcıydı. Ardından ABD yönetimi 1 Mayıs 2018’den itibaren AB ülkelerinden ithal ettiği alüminyum ve çeliğe ek gümrük vergisi uygulamaya başladı.

Ayrıca, Trump, önümüzdeki aylarda AB’den ithal edilen otomobillere yüzde 25 gümrük vergisi koyabileceğini belirtti. Hem Trump’ın söylemleri hem de ABD Ticaret Bakanlığı’nın raporu, otomobil ithalini ABD’nin ulusal güvenliği için tehdit olarak değerlendirmektedir. Ekonomik sorunların ulusal güvenlikle bağdaştırılması, radikal önlemlerin alınabileceğinin işareti olarak düşünülmelidir. Bir başka dikkat çekici nokta da liberalizmin beşiği olan bir ülkenin, liberalizm kendi aleyhine işlemeye başlayıp kendi ekonomisi zarar görmeye başladığında prensipleri değil, çıkarlarını ön plana alması ve korumacı politikalara dönmesidir.

ABD ile dış politika yönelimleri farklılaştı

Berlin-Washington hattında bir başka anlaşmazlık konusu dış politikayla ilgilidir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından bu yana ABD’nin askeri güce dayalı dış politikası, sivil dış politikayı kendisine temel edinmiş Almanya tarafından eleştiriyle karşılanmıştır. Alman karar alıcılar, uluslararası hukuka aykırılığı vurgulayarak 2003’teki Irak işgaline karşı çıkmıştır. Almanya, 1949’dan bu yana, dış politikada sorunların çözümünde diplomatik yöntemleri ve diyalogu savunmaktadır. Bu bağlamda, İran’la uluslararası toplum arasında 2015’te imzalanan nükleer anlaşmadan ABD’nin çekilmesi, Berlin’in tepkisiyle karşılaşmıştır. Berlin, diğer pek çok ülke gibi İran’la imzalanan anlaşmanın sürdürülmesinin önemine işaret etmekte ve bunun için çaba sarfetmektedir.

Öte yandan, dış politikayla ilgili bir başka anlaşmazlık, savunma harcamaları konusundadır. Trump yönetimi, Almanya’nın 2014’teki NATO uzlaşısına sadık kalarak GSMH’sinin yüzde 2’sini savunmaya harcamasını istemektedir. Almanya’nın savunma harcamaları halen yüzde 1,36 civarındadır. Almanya, bütçesi rekor oranda fazla veren bir ülke olmasına rağmen farklı politika öncelikleri nedeniyle mevcut şartlar altında kısa vadede savunma harcamalarını ciddi oranda arttırmaya sıcak bakmamaktadır. Bunda, Almanya’nın ciddi dış politika ve küresel siyaset sorunlarının, askeri yöntemlerle çözüleceğine inanmaması da önemli rol oynamaktadır.

Alman iç ve dış politikasının önemli unsurlarından biri çevre konusudur. Almanya geri dönüşüm uygulamaları ve yenilenebilir enerji politikaları konusunda lider ülkelerden biridir. Almanya, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanabilmesi için çevreci politikaların zorunluluk olduğunun farkındadır. Dünyada çevre konusundaki pek çok anlaşmanın öncü ülkelerinden olan Almanya, ABD’nin politikalarına temkinli yaklaşmaktadır. Trump’ın 2015 tarihli Paris İklim Anlaşması’ndan çekildiğini açıklaması, sadece Alman hükümeti değil Alman kamuoyu açısından da ciddi bir meseledir.

Berlin öncü olmaya çalışacak mı?

Burada önemli bir soru, ABD’nin kendisinin başlıca mimarı olduğu küresel düzenin normlarını sorguladığı, uluslararası kurumları kıyasıya eleştirdiği, tektaraflı ve zikzaklarla dolu politikalara yelken açtığı bir dönemde Almanya’nın liberal düzeni korumak için liderlik rolü oynayıp oynamayacağıdır. Liberal ticaretin sürdürülmesi; barışa, çoktaraflılığa ve işbirliğine dayalı küresel siyasal sistem inşa edilmesi; sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin ve çevreci politikaların öncelik kazanabilmesi için Berlin yönetimi, öncü olmaya çalışacak mıdır?

Bu sorunun kısa, net ve kesin bir yanıtı olmamakla birlikte; mevcut eğilimlere, söylemlere ve uygulamalara bakarak bazı çıkarımlar yapmak mümkün. Öncelikle, Almanya, özelde ABD’yle ilişkilerinde, genelde küresel politikalarında tek taraflı davranmak istememektedir. Örneğin eğer ABD otomotive ek vergi koyarsa, bu durumda Berlin, AB’deki ortaklarıyla hareket edecek ve ortak bir tutum belirlemeye çalışacaktır. Çoktaraflılık, Alman dış politikasının ana çıpalarından biridir. Burada, önemli bir soru, Almanya’nın zenginliğinin ana kaynağı olan serbest ticareti savunmada, Avrupa dışındaki diğer coğrafyalardaki ülkelerle işbirliği yapıp yapamayacağıdır. Bölgeleri aşan bir ortaklık ve işbirliği konusunda Almanya’nın niyeti ve kapasitesi olup olmadığı sorusu önemli.

İkinci olarak, Almanya mevcut sorunlara karşı farklı analiz düzeylerinde inisiyatif almaktadır. Trump yönetimiyle soğuk ortaklık yaşanırken, bir yandan siyasi müzakereler devam etmekte ama öte yandan Berlin, kamu diplomasisiyle Amerikan halkının farklı kesimleriyle diyalogu ve işbirliğini sürdürmektedir. Merkel’in Mayıs 2019’da Harvard Üniversitesi mezuniyet töreninde yaptığı konuşma Trump’ın politikalarına karşı adeta bir manifesto niteliğindedir. Merkel, sözkonusu konuşmasında sadece Harvard mezunlarına değil, ABD toplumunun ilgili aydın sınıflarına çoktaraflı düşünmeleri; ulusal değil küresel düşünmeleri, izolasyoncu değil dünyaya açık, yalnız değil birlikte hareket etmeleri çağrısında bulunarak adeta Alman dış politikasının temel prensiplerinin altını çizmektedir. Üstelik konuşmasının sonunda “Cahillik ve darkafalılık duvarlarını yıkın. Hiçbir şey olduğu gibi kalmak zorunda değil” diyerek değişimin mümkün olabildiğini vurgulamaktadır.

Merkel Harvard Üniversitesi’ndeki konuşmasında “Her değişim zihinde başlar” demişti. Aynı cümle, dış politika için de geçerlidir. Almanya’nın küreseldeki konumunun değişebilmesi, öncelikle Almanya’da bir zihniyet değişimiyle mümkün olacaktır. Bu durum, kısa vadede mümkün değildir. Alman dış politikası, tarihteki acı tecrübeler, mevcut dış politika kültürü ve kamuoyu kanaati düşünüldüğünde; küresel siyasette tek başına liderlik rolü oynamamaktadır ve yakın gelecekte de oynamayacaktır. Berlin, Trump yönetimi politikaları dahil mevcut küresel meydan okumalarla başa çıkabilmek için AB’deki ortaklarıyla birlikte politikalar belirlemeye ve birlikte liderlik rolü oynamaya çalışacaktır. Ancak, Almanya, kendi içinde yaşadığı aşırı sağ Almanya için Alternatif (AfD) partisinin yükselişi meselesi, Britanya’nın AB’den ayrılma süreci ve göç konusunun AB içinde yarattığı ayrımlar nedeniyle hem ülke içinde hem de AB’de zorluk yaşamaktadır. AB içinde birlikte liderlik yapılabilmesi imkanının ortaya çıkması için Brexit sürecinin netleşmesi ve Brüksel’de suların durulmasını beklemek gerekebilir.

[Prof. Dr. Birgül Demirtaş, Türk-Alman Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.]

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.