Dolar
42.35
Euro
49.05
Altın
4,114.25
ETH/USDT
3,101.70
BTC/USDT
91,587.00
BIST 100
10,905.21
Analiz

Netanyahu’nun uzun gölgesi: İsrail siyaseti nasıl radikalleşti?

Netanyahu’nun ABD’deki evanjelistlerle kurduğu yakın ilişki, İsrail sağında üç düzeyde dönüşüm yarattı.

Doç. Dr. Tuğçe Ersoy Ceylan  | 19.11.2025 - Güncelleme : 19.11.2025
Netanyahu’nun uzun gölgesi: İsrail siyaseti nasıl radikalleşti?

İstanbul

İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tuğçe Ersoy Ceylan, İsrail siyasetinin 1996'dan günümüze nasıl giderek radikalleştiğini ve bu radikalleşmede "Netanyahu etkisini" AA Analiz için kaleme aldı.

***

📲 Artık haberler size gelsin
AA'nın WhatsApp kanallarına katılın, önemli gelişmeler cebinize düşsün.

🔹 Gündemdeki gelişmeler, özel haber, analiz, fotoğraf ve videolar için Anadolu Ajansı
🔹 Anlık gelişmeler için AA Canlı

İsrail, son yıllarda derin bir siyasal dönüşümden geçiyor. V-Dem Endeksi’ne göre İsrail artık liberal bir demokrasi olarak sınıflandırılmıyor. İsrail siyasi sistemi 50 yıl sonra ilk kez seçimli demokrasi seviyesine düşmüş durumda. Görece teknik görünen bu sınıflandırma düşüşü aslında hayati bir soruyu akıllara getiriyor: İsrail siyaseti nereye gidiyor?

İsrail siyasetinde belirgin bir şekilde liberalizmden uzaklaşma ve iktidarların siyasal yelpazenin sağa kayması gözlemlenmekte. Bu sürecin tohumları 1990’ların sonunda atılmaya başlandı. İsrail siyasetinin 1990’lardan 2025’e uzanan hattı ülkenin kurumsal liberal çerçevesinin daraldığı, sağ blok içinde aşırı sağın belirleyici aktör haline geldiği ve güvenlik söyleminin toplumsal kimliğe dönüştüğü bir radikalleşme sürecine işaret ediyor. Binyamin Netanyahu ise bu dönüşümün tartışmasız merkez figürü. Netanyahu’yu sadece bu radikalleşmenin içinden yükselen bir lider olarak görmemek gerekir onun aynı zamanda bu süreci hızlandıran, şekillendiren ve kalıcılaştıran bir siyasal mimar olduğunu öne sürmek yanlış olmayacaktır.

1996: İlk kırılmanın hesabı

Netanyahu’nun 1996’da Başbakan seçilmesi, İsrail siyasetinde kritik bir dönüm noktası oldu. Bu zafer, Oslo Barış Süreci'ni yavaşlatıp ve ülkenin siyasal gündemini daha muhafazakar ve dini bir eksene kaydırdı. Bu kayışın merkezindeyse, Netanyahu’nun ultra-Ortodoks partilerle kurduğu ittifak vardı. Bu ortaklık devletin yapısına ve kurumlarına kadar uzanan derin etkiler yaratan bir yönelimdi. Bu süreçte din ve devlet ilişkisi yeniden tanımlandı, laiklik ilkesi aşındı ve sivil alanın kurumsal zemini daraldı. Eğitimden askerlik yükümlülüğüne, hukuk sisteminden kamu fonlarının dağılımına kadar pek çok alanda ultra-Ortodoks etkisi kalıcı hale geldi. Dolayısıyla, bu durum yalnızca siyasal denklemde bir koalisyon mühendisliği değil, devletin karakterinde sessiz ama keskin bir dönüşüm yaratmıştır.

Filistin meselesinin çözümü açısından ise Oslo sürecine dair kuşkular bu dönemde devlet politikasına taşınarak sağ tabanın “güvenlikte sertlik” talebinin ana akım haline gelmesiyle neticelendi. Nitekim İzak Rabin suikastının ardından oluşan kutuplaşmış atmosfer, müzakere fikrini zayıflattı. Netanyahu da suikast sonrası yaşanan toplumsal parçalanmayı bir ulusal yenilenme fırsatı olarak görmek yerine, bu kutuplaşmanın üzerine oturdu. Güvenlik söylemini merkezileştirerek, barış fikrini naiflik olarak kodladı. İşte bu siyasi ve toplumsal arka planda merkez ilk kez bu dönemde sağa kaymaya başladı.

İkinci İntifada ve kalıcı sertleşme

İkinci İntifada'nın yarattığı travma, sertlik siyasetini toplumsal refleks haline getirdi. Netanyahu bu zemini, Filistin meselesinde esnekliğin tehdit olarak algılandığı yeni bir normalin inşasına dönüştürdü. Güvenlik üzerinden kurulan kimlik siyaseti, merkez-solun zemin kaybetmesine ve sağ gövdenin homojenleşmesine yol açtı.

Oslo Barış Süreci’nin çökmesiyle patlak veren İntifada'ya verilen sert yanıt, özellikle ayrım duvarının inşası, toplumsal fay hatlarını daha da görünür hale getirdi ve kurumlara duyulan güveni sarstı. Nitekim İsrail Yüksek Mahkemesi duvarın bazı bölümlerinin Filistinlilere orantısız zarar verdiğine hükmettiğinde, bu kararın bir kesim İsrailli tarafından “ulusal güvenlik pahasına hukuki idealizm” olarak algılanması, yargıya yönelik güvensizliği derinleştirdi.

Bu kırılmaları anlık birer sarsıntı olarak değerlendirmemek gerekir. Bunlar esasında İsrail’de merkez-liberal siyasetin altını oyacak uzun bir süreç için mayayı çalan dönüm noktalarıydı. En nihayet 2009’da Netanyahu’nun iktidara dönüşüyle birlikte, bu sürecin artık geri döndürülemez bir biçimde kurumsallaşacağı bir döneme girildi.

2009 sonrası: İktidarın kişiselleşmesi, sağın aşırılaşması

2009’da yeniden başbakanlık koltuğuna oturan Netanyahu, İsrail tarihinin en anti-demokratik dinamiklerini harekete geçirdi. Onun liderliğinde yargıya yönelik siyasi saldırılar, sivil topluma, azınlıklara ve medyaya dönük retorik baskılar belirgin şekilde arttı. Netanyahu, İsrail siyasal sisteminin zayıf noktalarını bilinçli biçimde istismar etti ve yeni bir liberalizm karşıtı ideolojinin mimarlığını yaptı.

Netanyahu bu amaçla toplumsal fay hatlarını manipüle ederek iki büyük bölünmeyi ustalıkla körükledi. Birincisi, Aşkenazlar ile Mizrahiler arasındaki sosyo-ekonomik yarılmaydı. Netanyahu bu ayrımı sürekli zenginlerle mağdurlar arasındaki bir sınıf çatışması olarak sundu ve sağ popülizmi tabandan besledi. İkincisi ise etno-politik bölünmeydi. Netanyahu, Filistinli vatandaşlara yönelik dışlayıcı söylemi sistematik olarak kullanarak, “biz ve onlar” ayrımını siyasal kültüre kazıdı. 2009 sonrasında Arap karşıtı söylem İsrail siyasetinde neredeyse rutinleşti. Likud’un içinden ve bizzat Netanyahu’nun ağzından Arap vatandaşlara yönelik düşmanca ifadeler giderek daha sık duyulur oldu. Bu söylem toplumdaki derin kaygıları ve kırılganlıkları manipüle eden bilinçli bir stratejiydi. Örneğin, Netanyahu’nun 2015 seçimlerinde yaptığı “Araplar akın akın sandığa gidiyor” uyarısı, hem korku siyasetine dayanan bir mobilizasyondu hem de Filistinlileri sistemin dışına iten bir devlet aklına işaret ediyordu.

Son tahlilde, daha önce marjinal görülen aktörlerin Netanyahu’nun koalisyon bağımlılığı nedeniyle hükümet ortağına dönüştüğü bir döneme şahit olundu. Böylece aşırı sağın söylemi merkezileşti. Netanyahu’nun partisi Likud, bununla bağlantılı olarak geleneksel liberal-milliyetçi çizgisinden uzaklaşarak popülist, anti-kurumsal ve yerleşimci hareketle iç içe geçmiş bir sağ kimliğe büründü.

Bu arada Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) evanjelist hareketle kurulan simbiyotik bağ İsrail sağının dönüşümünü tamamlayan bir katalizör görevi gördü.

Evanjelist bağ: İsrail’in yeni sağ mimarisinin dış ayağı

ABD’deki evanjelik hareket, İsrail’i bir devlet olarak değil, bir kehanet sahnesi olarak görür. Bu yüzden İsrail ile ilgili söylem ve stratejiler siyasi retorikten öte doğrudan kutsal metin kökenli bir ajandaya işaret etmektedir. Böylesi zihniyette Filistinlilerle barış, toprak tavizi anlamına gelmektedir ve bu yanlış görülür. Dolayısıyla, Netanyahu’nun ABD’de böyle bir kitleyi kazanması, İsrail sağını uluslararası meşruiyet kaygılarından koparıp, kutsal topraklar ideolojisine daha rahat yaslanır hale getirmiştir.

Netanyahu, evanjelist tabanı mobilize eden Cumhuriyetçi siyasetçilerle kurduğu ilişkilerle İsrail siyasetini ABD’deki sağın iç gündemiyle senkronize etmede başarılı oldu. Donald Trump dönemi bunun doruk noktasıydı. Kudüs’ün başkent ilan edilmesi ve Golan Tepeleri'nde İsrail egemenliğinin tanınması bu ittifakın teolojik boyuttaki meyveleri sayılabilir. Son tahlilde Netanyahu’nun ABD’deki evanjelistlerle kurduğu yakın ilişki, İsrail sağında üç düzeyde dönüşüm yarattı. Filistin meselesi teolojik bir çerçeveye taşındı, toprak siyaseti kutsal bir görev olarak kodlandı. İsrail’in ABD’deki iki partili denge stratejisi bozuldu ve Cumhuriyetçi eksene yaslanan dış politika bir norm haline geldi. Yerleşimci hareket, evanjelist ağların finansal ve söylemsel desteğiyle daha güçlü, daha görünür ve daha radikal hale geldi.

7 Ekim sonrası artan radikalleşme

Bu teolojik ittifaka dayanarak kurulan yeni sağ mimari, 7 Ekim’de yaşanan saldırıyı bir travmadan öte mevcut radikalleşme hattını hızlandıran bir ilahi doğrulanma olarak okudu ve İsrail siyasetinin geri dönüşü zor biçimde sertleşmesine zemin hazırladı. Netanyahu’nun kriz yönetimindeki başarısızlığı toplumda öfke yaratsa da güvenlikte sertlik beklentisi radikal aktörleri güçlendirdi. Barış sürecine dönüş fikri, kamusal alanda geniş karşılık bulamaz hale geldi.

Netanyahu, İsrail’in güvenlik odaklı siyasetinin içinden yükselen bir liderdi fakat iktidarda kalma stratejileri sayesinde bu eğilimleri keskinleştirdi, hızlandırdı ve geri döndürülmesi zor bir yapıya dönüştürdü. 1996’dan 2025’e İsrail siyasetindeki radikalleşmenin tek bir siyasi aktörün eseri olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak Netanyahu’nun rolünün bu süreci bir istisnadan çok yeni bir norm haline getiren temel katalizör olduğu da yadsınamayacak bir gerçektir.

[Doç. Dr. Tuğçe Ersoy Ceylan, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.]

* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.