Krizler çağında insan hakları: Evrensellik ve seçici hafıza
Günümüzde insan haklarının normatif düzeyde evrenselliğine bir itiraz olmamakla birlikte uygulamada görülen çifte standart ve seçici hafıza somut durumda insan haklarının evrenselliğini her zaman tartışmalı hale getirmiştir
İstanbul
Yalova Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Osman Karaoğlu, insan haklarına verilen önemin tarihsel seyrini ve uygulamadaki çifte standartları AA Analiz için kaleme aldı.
***
10 Aralık 2025, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin ilan edilmesinin 77. yıl dönümüydü. 10 Aralık 1948'den beri insan hakları modern dünyanın en önemli ancak en tartışmalı kavramlarından biri oldu. Zira, insan hakları teorisi felsefi, siyasi ve hukuki yönleriyle çok geniş bir yelpazeyi içine almakta ve evrensellik iddia etmektedir. Özellikle 1945'te İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesiyle insan hakları Birleşmiş Milletlerin (BM) ana gündemlerinden biri haline gelmiştir. Nitekim, daha savaş devam ederken ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt 1941'de Kongre önünde yaptığı "dört özgürlük" konuşmasında savaş sonrası kurulacak yeni dünyada "dört özgürlüğü" yaygınlaştırmaya çalışacaklarını ifade etmekteydi. Bunlardan birincisi düşünce ve ifade özgürlüğü, ikincisi ibadet etme özgürlüğü, üçüncüsü yoksunluktan kurtulma özgürlüğü, dördüncüsü ise korkudan kurtulma özgürlüğüydü.
AA'nın WhatsApp kanallarına katılın, önemli gelişmeler cebinize düşsün.
🔹 Gündemdeki gelişmeler, özel haber, analiz, fotoğraf ve videolar için Anadolu Ajansı
🔹 Anlık gelişmeler için AA Canlı
Evrensellik tasarımı
Roosevelt’in insan hakları ideali öncelikle 1945 BM Antlaşması'na insan hakları kavramının girmesiyle hayata geçmeye başlamıştır. Ancak evrensellik iddiasına sahip esaslı ve detaylı bir metin hazırlanması gerekiyordu. Bu nedenle, Şubat 1947’de İnsan Hakları Komisyonu'nun ilk oturumunda alınan bir karar uyarınca, Franklin Roosevelt’in eşi olan Eleanor Roosevelt, Pen-Chun Chang ve Charles Malik'ten oluşan bir grup İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin taslağını hazırlamaya başlamıştı.
İnsan haklarıyla ilgili evrensel ve kapsamlı bir metin hazırlığına başlanması en başından itibaren birtakım kültürel rölativist tepkilerle karşılaşmıştır. Bu tepkiler ilkin Batı dünyasından gelmiştir. Amerikan Antropoloji Derneği, Evrensel Bildirge Hazırlık Komisyonuna gönderdiği 1947 tarihli bir beyanla insan haklarının evrensel olarak nitelendirilmesine karşı çıkmıştır. Derneğe göre "birey" doğduğu andan itibaren yalnızca davranış biçimlerinde değil düşüncelerinde, umutlarında, ideallerinde, eylemlerine yön veren ve yaşamına anlam kazandıran ahlaki değerlerinde de üyesi olduğu topluluğun gelenekleri tarafından biçimlendirilir. Eğer Bildirge’nin özü, bireyin kişiliğini en üst düzeyde geliştirme hakkını güvence altına almak olacaksa bu hakkın yalnızca bireyin içinde yaşadığı toplumun kültürü bağlamında anlam kazanabileceği gerçeğinin de kabul edilmesi gerekir.
Derneğe göre tek tipleştirici ve dışlayıcı anlayışın insanlık için sonuçları yıkıcı olmuştur. "Beyaz adamın yükü" doktrini ekonomik sömürüyü meşrulaştırmak ve milyonlarca insanın kendi kaderini tayin etme hakkını inkar etmek için kullanılmıştır. Bu süreçte Avrupa ve ABD’nin yayılmacılığı kimi yerlerde bütün halkların fiilen ortadan kaldırılması anlamına gelmiştir. Bu halkların yaşam değerleri sürekli olarak yanlış anlaşılmış ve küçümsenmiştir. Uzun yıllar boyunca bu halkların mensuplarına anlam kazandıran inanç sistemleri “batıl”, “ahlak dışı” veya “yanlış” olarak yaftalanmıştır. Oysa değerler ve standartlar köken aldıkları kültüre göredir. Dolayısıyla tek bir kültürün inanç veya ahlak kodlarından türeyen önermeler İnsan Hakları Bildirgesi'nin evrenselliğini sınırlayacaktır.
Ancak insan hakları hukukunda özellikle 1960’lar sonrasında patlama yaşanmış ve adeta sözleşme enflasyonuyla karşı karşıya kalınmıştır. Bu dönemde o kadar çok insan hakları sözleşmesi imzalanmıştır ki soğuk savaş bittikten sonra 1993’te Viyana’da toplanan devletler "insan haklarının evrenselliğini" ilan etmiştir. Günümüzde insan haklarının normatif düzeyde evrenselliğine bir itiraz olmamakla birlikte uygulamada görülen çifte standart ve seçici hafıza somut durumda insan haklarının evrenselliğini her zaman tartışmalı hale getirmiştir.
Krizler çağı ve seçicilik
Soğuk savaş en nihayetinde insan haklarının bayraktarlığını yapan ABD’nin lehine sonuçlandı. Ancak 2001’de yaşanan 11 Eylül saldırıları yeni bir krizler çağının kapısını araladı. 1941’de küresel düzeyde insan hakları vaadiyle yola çıkan ABD, tek kutuplu dünyada, ilk olarak en üst düzey insan hakları ihlallerini yargılama kapasitesine sahip Uluslararası Ceza Mahkemesini (UCM) kuran Roma Statüsü'ne taraf olmaktan vazgeçti. Daha sonra Afganistan ve Irak'ı işgal etti. Uzun süredir "insan hakları ihlallerinde bir marka" haline gelmiş olan İsrail’e desteğini artırdı. Suriye’de yüz binlerce insanın ölümüne sessiz kaldı. Sudan ve Rohingya'yı görmedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki (BMGK) veto hakkını bile insan hakları aleyhine kullandı. Böylece kendi içerisinde “özgürlükler ülkesi” olarak adlandırılan ve farklılıkların eridiği ülke olmakla övünen ABD’nin ülke dışında yaşattığı çifte standart insan hakları kavramına olan güveni temelden sarstı. Neticede insan hakları kavramı hegemonyanın perdeleme aracına dönüştü. Zira, içeride "özgürlük ve refah" ürettikçe bu özgürlük ve refahın keyfini çıkaran halkın büyük çoğunluğu devletlerinin ülke dışındaki insan hakları ihlalleri ile ilgilenmedi. Günümüzde dahi iki yıldan fazla süredir devam eden Gazze soykırımına olan tepkiler sınırlı düzeydedir.
Oysa insan hakları, modern dünyanın ortak bir dili olarak tasarlanmıştı: Her insan, yalnızca insan olduğu için belirli haklara sahip olacaktı. Bu hakların siyasi görüşe, coğrafyaya, kimliğe veya güce göre değişmeyeceği varsayılıyordu. Ancak bugün hem küresel hem de yerel düzeyde tanık olduğumuz krizler insan haklarının normatif düzlemde evrensel, pratikte ise çoğu zaman seçici bir biçimde uygulandığını gösteriyor. Bu durumun en görünür örneklerinden biri aynı kriz türlerine yönelik farklı tepkilerde ortaya çıkıyor. Bir yerde sivillerin hedef alınması sert bir biçimde kınanırken veya birtakım tedbirler alınırken başka bir yerde benzer bir olay yaşandığında sessizlik hakim olabiliyor.
Asıl tehlike hak ihlallerinin normalleşmesi
Öte yandan sürekli krizlerle karşılaşan modern insan bir süre sonra duyarsızlaşabiliyor. Buna “şefkat yorgunluğu” diyebiliriz. O kadar çok acı görüntüsüne maruz kalıyoruz ki bir noktadan sonra hepsine tepki vermek mümkün olmuyor. Bu da seçici bir ilginin ortaya çıkmasına ve seçici bir hafızanın yerleşmesine yol açıyor. Bugünün en büyük tehlikesi belki de hak ihlallerinin kendisi değil bu ihlallerin normalleşmesi. Dünyada sürekli kriz hali, sürekli olağanüstülük, sürekli istisna hali, sürekli belirsizlik hakim. Bunlar sadece insan haklarını zayıflatmakla kalmıyor onların doğal ve tartışılmaz olduğu fikrini de aşındırıyor.
Günümüzde Gazze’den Myanmar’a, Sudan’dan Ukrayna’ya yaşanan çok katmanlı krizler bize tek bir gerçeği hatırlatıyor: İnsan haklarının geleceği, normların kendisinden ziyade onları taşıyacak olan küresel siyasi iradeye bağlıdır. Bu nedenle insan haklarını yeniden düşünmek yalnızca hukuku yeniden yorumlamak değil eşitlik kavrayışımızı, yükümlülüklerimizi, dayanışma tahayyülümüzü ve kolektif adalet fikrimizi yeniden kurmak demektir. Bugün ivedilikle ve evleviyetle yapılması gereken insan hakları dilini uluslararası siyasetin seçici hafızasından kurtarmak, insan haklarını bir ideal olarak değil bir mücadele alanı olarak görmek, bir halkın yaşam hakkını bir başka halkınkinden daha “müzakere edilebilir” görmemek, küresel hiyerarşilerle yüzleşmek ve başka türlü bir dünyayı düşünme kapasitemizi arttırmaktır.
[Doç. Dr. Ali Osman Karaoğlu, Yalova Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalında Öğretim Üyesidir.]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.
