Dolar
32.27
Euro
35.09
Altın
2,386.56
ETH/USDT
2,976.10
BTC/USDT
66,148.00
BIST 100
10,369.87
Analiz

İsrail'in istikrarsızlık döngüsü

İsrail'in son yıllarda kotardığı diplomatik başarılar, Filistin direnişinin köpürmesine engel teşkil etmiyor. Çünkü bahsi geçen diplomatik başarıların "barışçıl" içeriği, barışılması gereken muhataplara yeterince mesaj taşımıyor.

Dr. Ceyhun Çiçekçi  | 14.04.2022 - Güncelleme : 14.04.2022
İsrail'in istikrarsızlık döngüsü

İstanbul

Dr. Ceyhun Çiçekçi son dönemde İsrail'de artan saldırılar ve bölgesel yansımalarını kaleme aldı.

***

Dış politika, günümüzde devletlerin iç siyasetlerindeki aksaklıkları örtebilmek için başvurdukları bir meşrulaştırma aracı olarak işlevselleştirilmiş durumda. İç siyasette yaşanan çalkantılar, dış politikada yapılan hamlelerle perdelenebiliyor. Bu sebeple bazı süreçleri anlamakta zorlanabiliyoruz. Söz gelimi İsrail'in son yıllarda kotardığı diplomatik başarılar, Filistin direnişinin köpürmesine engel teşkil etmiyor. Çünkü bahsi geçen diplomatik başarıların "barışçıl" içeriği, barışılması gereken muhataplara yeterince mesaj taşımıyor. Hatta onları neredeyse yok sayıyor. Bu durum da haliyle dış politikayla yerel süreçler arasında belirgin bir tansiyona sebebiyet veriyor. Dışarıda giderek tanınırlığı artan bir devlet, Tel Aviv'in orta yerinde gelişigüzel birinin sivil insanlara yönelik silahlı saldırısıyla dumura uğruyor. İsrail toplumu halı altına süpürülmeye çalışılan sorunlarla boğuluyor.

Son terör eylemlerinin yaslandığı zemin, en azından zahiren, İran nükleerleşmesi ve İbrahim Anlaşmaları üzerinden dış politikada yaratılan geniş alanda Filistinlilere koltuk ayrılmamasından kaynaklanıyor. Dış politika ve yerel dinamikler arasındaki tansiyon, İsrail'in bugününe egemen olmuş vaziyette.

İsrail avangart bir dış politika izliyor

Ramazan ayının Orta Doğu açısından ayrı bir önemi var. Elbette ilk olarak dini bir vecibenin yerine getirileceği bir zaman dilimi ramazan ayı. Bir diğer boyutu ise Filistin-İsrail meselesi kapsamında eylemlerin artarak uygun zemin bulduğu bir dönemi temsil ediyor.

Kuşkusuz bu tercihin altyapısında Filistin direnişinin uzun yıllardır seküler bir karakterden görece uzaklaşıp İslamileşmesinin de payı var. Direnişin temsiliyet kapasitesinin Filistin Kurtuluş Örgütü'nden (FKÖ) HAMAS ve İslami Cihad gibi devlet-dışı organizasyonlara kaydığı bir politik evrenden bahsediyoruz. Bu İslamileşme, Filistin direnişine transnasyonal bir karakter de kazandırıyor. Salt Filistin topraklarıyla sınırlı bir hareketten ziyade, İslam kimliğini sahiplenen toplumların ve hareketlerin de ilgi çemberine dahil oluyor. Bu çerçevede düşünüldüğünde İsrail'de son günlerde gerçekleşen terör saldırılarını da belirgin bir zemine yerleştirmek mümkün. Söz konusu eylemlerin DEAŞ tarafından gerçekleştirildiğine yönelik haberlerin sirküle edilmesi, yukarıdaki çerçeveye sığdırılıyor. Fakat her halükarda detaylar yanıltıcı olabilir.

İsrail bir süredir özellikle dış politikası açısından oldukça avangart bir pozisyonu sahiplenmiş bulunuyor. Devletin kuruluşundan bu yana en büyük handikap, İsrail'in diplomatik olarak uluslararası/bölgesel düzeyde tanınması idi. Hatta o kadar ki neredeyse bütün güvenlik paradigması, söz konusu diplomatik yalnızlığa ve yoksunluklara istinaden kurgulanmıştı. Günümüzde geldiği nokta ise oldukça farklı.

İstikrarlı hükümetlerin mümkün olmadığı bu sistem, her kriz anında erken seçime neden oluyor. Bu da doğal olarak siyaseten istikrarsız bir devlet profili ortaya çıkarıyor.

İsrail “normalleşebildi” mi?

Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Necef Zirvesi, söz konusu sürecin en belirgin sembollerinden biri. Uzun yıllar parya muamelesi gören bir devlet, ulusal sınırları içerisinde Arap liderlerle bir zirve düzenleyebildi. Bu gelişme, İsrail dış politikası açısından oldukça sıra dışı bir başarıydı. Kaldı ki yine sembolik bir referansla, söz konusu toplantı devletin kurucu lideri David Ben Gurion'un kabri yakınlarında gerçekleştirildi.

2020 yılının yazında imza edilen İbrahim Anlaşmalarının yarattığı rüzgar, küçük Arap monarşileriyle oldukça hızlı bir yakınlaşmayı beraberinde getirdiği gibi diğer bölge devletlerinin de İsrail ile normalleşme süreçlerini tetikledi. Söz konusu Arap monarşilerinin İsrail ile ilişkilerinin tarihine yönelik elimizde güçlü bir literatür olmakla birlikte, ilişkilerin artık kamuoyu önünde cereyan etmesi kuşkusuz çığır açan bir gelişmeydi. Özellikle 2000'li yılların belirginleşen "problemi" olarak İran nükleerleşmesi, nihayetinde bölgesel güçleri bir çatı altında toplamaya yaramıştır. Ayrıca Amerikan yönetimlerinin bölgesel sorunlara angajman hevesindeki düşüş, İsrail dış politikasına genişçe bir alan açtı. Böylece İsrail artık bölgesinde "normalleşen" bir devlet hüviyetine kavuşmuş oldu.

Geçtiğimiz günlerde Bennett liderliğindeki koalisyon hükümetinde gerçekleşen milletvekili krizi, aslında İsrail siyasetinin yapısal sorunlarını da ortaya koyuyor. İstikrarlı hükümetlerin mümkün olmadığı bu sistem, her kriz anında erken seçime neden oluyor. Bu da doğal olarak siyaseten istikrarsız bir devlet profili ortaya çıkarıyor.

İsrail neden saldırıların hedefi?

Kritik soru tam olarak bu noktada beliriyor aslında. İsrail devleti diğer bölge devletleriyle "normalleşirken" neden saldırıların hedefi oluyor? İbrahim Anlaşmalarına yüklenen "barışçıl" imaj, söz konusu savaşın kimler arasında olduğunu ve barışın kimler arasında yapıldığını sorunsallaştırmaya kapı aralıyor. İbrahim Anlaşmaları, her neresinden bakılırsa bakılsın Filistinlilere umut vadetmiyor ve esasında barış süreci işletilmesi gereken muhatapları kapının dışarısında bırakıyor. Bu konumlandırmayla birlikte İbrahim Anlaşmaları ya da ona atfedilen "barışçıllık", bugün veya yarın bir şekilde patlaması kaçınılmaz bir saatli bombanın üzerine oturtuluyor.

Günümüzde İsrail, Filistin'e ait toprakların önemli bir kısmını işgali altında tutuyor. Batı Şeria, salt askeri işgalden değil, aynı zamanda stratejik dilimlenmeden de muzdarip. Kudüs ise başlı başına bir hukuksuzluk olarak tecelli ediyor. Bir önceki ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin oldubittisiyle Kudüs, bir bütün olarak İsrail'in başkenti olarak kabul görüyor. Golan Tepeleri hakeza İsrail toprağı olarak tanınıyor. Halbuki bütün bu sayılanlar uluslararası hukuka aykırı hamleler. Böylece hem Filistin hem Suriye söz konusu barış süreçlerinin parçaları olmadıkça düşük yoğunluklu bir savaş olarak isimlendirilemeyecek olsa bile sivil inisiyatiflerin ön plana çıkması kaçınılmazlaşıyor.

Rusya'nın Ukrayna işgalinin kimi çevrelere anımsattığı İsrail, dönüşen uluslararası sistemin griliğinden istifade etmeye çalışarak, işgal/ilhak politikalarını gölgede tutmak istiyor. Halbuki Ukrayna işgali uluslararası hukuk açısından ne anlama geliyorsa İsrail'in işgallerinin/ilhaklarının da benzer bir niteliği bulunuyor. 

İsrail istikrarsızlaşmaya oldukça açık

Elbette ki bir diğer boyutuyla da bakılırsa İsrail, istikrarsızlaşmaya oldukça açık bir devlet. Parti ve seçim sistemi itibarıyla küçük partilerin koalisyonuyla yürütülen siyaset, yeri geliyor bir milletvekilini dahi stratejik bir yere pozisyonlandırabiliyor. Geçtiğimiz günlerde Bennett liderliğindeki koalisyon hükümetinde gerçekleşen milletvekili krizi, aslında İsrail siyasetinin yapısal sorunlarını da ortaya koyuyor. İstikrarlı hükümetlerin mümkün olmadığı bu sistem, her kriz anında erken seçime neden oluyor. Bu da doğal olarak siyaseten istikrarsız bir devlet profili ortaya çıkarıyor.

Fakat söz konusu istikrarsızlık, terör eylemlerine zemin oluşturabilecek bir kapasiteye sahip görünse de İsrail siyasal kültürü içerdiği bekacı reflekslerle herhangi bir istikrarsızlık anında dahi askeri hamlelerini çekinmeksizin yapabiliyor. Sivil-asker ilişkilerinin girift bir nitelik taşıdığı bu siyasi iklimde İsrail, bir güvenlik devleti mantığıyla hareket eden sivil siyasetçiler üretiyor. Bu durum da beraberinde askerileşmiş bir toplumsallığı hakim norm kılıyor. Söz konusu nitelikten haliyle askeri/güvenlik stratejileri ekseninde düşünen ve hareket eden bir siyaset ehli neşet ediyor. Belki de İsrail-Filistin meselesinin hakkaniyetli bir çözüme kavuşamaması da tam olarak bu realiteyle gerekçeleniyor.

Salt Filistin topraklarıyla sınırlı bir hareketten ziyade, İslam kimliğini sahiplenen toplumların ve hareketlerin de ilgi çemberine dahil oluyor. Bu çerçevede düşünüldüğünde İsrail'de son günlerde gerçekleşen terör saldırılarını da belirgin bir zemine yerleştirmek mümkün. Söz konusu eylemlerin DEAŞ tarafından gerçekleştirildiğine yönelik haberlerin sirküle edilmesi, yukarıdaki çerçeveye sığdırılıyor. Fakat her halükarda detaylar yanıltıcı olabilir.

İsrail’deki istikrarsızlığın bölgeye etkisi

Bahsi geçen süreklilikleri İran nükleerleşmesi ve dolayısıyla "İran tehdidi" özelinde görebilmek de mümkün. İran'la Viyana'da yürütülen nükleer müzakerelere karşı İsrail'in tavrı neredeyse siyaset-üstü bir niteliğe sahip. Selefi (Binyamin) Netanyahu'yla paralel biçimde (İsrail Başbakanı Naftali) Bennett'in de defaten açıkladığı üzere, İran'la yapılacak herhangi bir nükleer anlaşmanın İsrail'i bağlamayacağını ve operasyonel tedbirler alabileceğini deklare etmesi, tam olarak bu zemine oturuyor. Bu çerçevede, İsrail'in güvenlik siyasetinde başköşede bulunan İran, bölgesel uzanım yetenekleriyle de birlikte hesaplanıyor.

Lübnan'da Hizbullah'ın parçası olduğu gelişmeleri de İsrail merkezli okumak mümkün. Sahip olduğu füze stoku ve Suriye'de edindiği askeri tecrübeyle Hizbullah, uzun yıllardır İsrail güvenlik aklının bir numaralı hedefi. Bu bağlamda Suudi Arabistan'ın Lübnan'la normalleşme hamlesi, Hizbullah'ın Lübnan siyasetindeki ağırlığını dengeleme çabası olarak okunabilir. Dolayısıyla İsrail-Körfez iş birliği, İsrail'in "stratejik bir felakete" yol açabilecek güvenlik sorunlarına yönelik çözüm üretme arayışında görünüyor. Kısacası askeri/stratejik akıl, sivil siyasetin tasavvur dünyasını yine gölgelemişe benziyor.

Gerçek normalleşme uluslararası hukuka dayanarak mümkün

Ayrıca Rusya'nın Ukrayna işgalinin kimi çevrelere anımsattığı İsrail, dönüşen uluslararası sistemin griliğinden istifade etmeye çalışarak, işgal/ilhak politikalarını gölgede tutmak istiyor. Halbuki Ukrayna işgali uluslararası hukuk açısından ne anlama geliyorsa İsrail'in işgallerinin/ilhaklarının da benzer bir niteliği bulunuyor. Bu bağlamda İsrail siyasi/askeri elitinin görmesi gereken temel normatif unsur; gerçek bir normalleşmenin ve istisnai bir halden sıyrılmanın ancak uluslararası hukuka dayanarak mümkün olabileceğidir. İsrail, uluslararası hukuktan azade bir devlet değildir, diğer bütün devletler gibi. Birtakım askeri/stratejik önermelerle hiçbir işgal/ilhak meşrulaştırılamaz, Rusya'nın Ukrayna işgalini meşrulaştırmaya çalıştığı gibi.

Son söz olarak belirtilmesi gerekir ki İsrail, şayet toplumsallaşan bir barışı arzuluyorsa öncelikle Filistin'e yönelik açılımlar icra etmelidir. Son terör eylemlerinin yaslandığı zemin, en azından zahiren, İran nükleerleşmesi ve İbrahim Anlaşmaları üzerinden dış politikada yaratılan geniş alanda Filistinlilere koltuk ayrılmamasından kaynaklanıyor. Dış politika ve yerel dinamikler arasındaki tansiyon, İsrail'in bugününe egemen olmuş vaziyette.

***

[Dr. Ceyhun Çiçekçi Erdek Meslek Yüksekokulu Yönetim ve Organizasyon Bölümü'nde öğretim görevlisidir]

* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.


Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın