Analiz

ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığı ve bölgesel liderliğin geleceği

ABD günümüz itibarıyla, 90’ların ve 2000’lerin başında olduğu gibi denizlerde ve deniz aşırı topraklarda rakibi olmayan ve hegemon devlet olma özelliğini her geçen gün biraz daha kaybediyor.

Furkan Halit Yolcu  | 03.06.2020 - Güncelleme : 03.06.2020
ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığı ve bölgesel liderliğin geleceği

İstanbul

2019 yılı, ABD’nin geçtiğimiz 30 senede Orta Doğu’da kurduğu hegemonyadan, Donald Trump başkanlığında kademeli olarak vazgeçeceğinin herkes tarafından anlaşıldığı bir yıl olmuştu. Özellikle eski ABD Başkanı Jimmy Carter’ın inşa ettiği Körfez petrolüne yönelik korumacı tavrın 2000’lerin başından itibaren köklü bir değişime uğradığı aşikâr. ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra değişen Orta Doğu politikası, Barack Obama başkanlığında giderek gerilen bir ABD-Suudi Arabistan-Türkiye ilişki matrisini ortaya çıkarmıştı. Mevcut Başkan Trump ilk iki senesinde bu gidişatı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) lehine geliştirme sinyalleri gönderse de bu iyileşmenin askeri ticaret dışına pek de yansımadığı gözlemlenebilir. Bu durumda, 2020 yılının Mayıs’ının ikinci haftasında, ABD’nin Suudi Arabistan topraklarında bulunan dört batarya Patriot balistik füze savunma sistemlerinden ikisini geri çekeceği söylenmişti. Peki, bu hamle nereden kaynaklandı? Kısa ve uzun vadeli sonuçları neler olabilir? ABD’nin Suudi Arabistan’a yönelik bu hamlesi, bölgedeki ABD varlığının azalacağına yönelik bir yaptırım sinyali olarak algılanmalı mı?

Hegemonik özelliğini giderek kaybeden ABD sadece Orta Doğu’da değil, bütün deniz aşırı bölgelerdeki politikasını keskinleştiriyor ve daha çok yaptırım sinyali yollamaya itiyor

Bu soruların cevabı, aslında Donald Trump’ın asi ve kural tanımaz kimliğinin arkasına bilinçli bir şekilde gizlenen sorunlarda aranmalı. Nitekim Trump sadece ABD’nin uzun süredir ihtiyaç duyduğu keskinlikteki dış politikayı uygulayan ve aslında (toprak milliyetçilerinin hepsi gibi) öncelik sırasında en üste her zaman kendi ülkesinin çıkarlarını koyan bir devlet lideri. Çoğu yabancı analist ve siyaset bilimci, Trump’ın kural tanımayan Twitter kullanım tarzını ve küfür içeren konuşmalarını ön plana çıkararak ABD’nin dış politikadaki keskinleşen tavrını gizlemeye çalışıyor veya görmezden geliyor. ABD günümüz itibarıyla, 90’ların ve 2000’lerin başında olduğu gibi denizlerde ve deniz aşırı topraklarda rakibi olmayan ve hegemon devlet olma özelliğini her geçen gün biraz daha kaybediyor. Bu da elbette ABD’nin sadece Orta Doğu’da değil, bütün deniz aşırı bölgelerdeki politikasını keskinleştiriyor ve bu süper gücü daha çok yaptırım sinyali yollamaya itiyor.

Bu tarz sinyallerin öncülleri 2017 yılı içinde hem Suriye özelinde bölge devletlerine daha fazla sorumluluk yükleneceği hem de ABD’nin doğrudan odaklanacağı sorunun İran olacağına dair söylemlerden anlaşılabilmekteydi. Bugün ABD, 2017 ve 2018’deki gibi Suriye’ye yönelik Tomahawk füzeleriyle operasyon düzenlemekten çok uzak bir noktaya gelmiş durumda. Buradaki sorumluluğun Türkiye ve İsrail’e devredildiği açıkça gözlemlenebilen bir durum. Öyle ki ABD Rusya-İran-Suriye üçlüsünün kazanacağı alanı hesapladığı halde, bu hamlelerle bölgedeki askeri varlığının boyut değiştireceğini gösterdi. Nitekim halihazırda ABD’nin Carter doktrininde olduğu gibi Körfez petrolünü önceleyen bir yaklaşımı olduğu, ancak yaklaşım bakımından büyük bir değişim geçirdiği gözlemlenebilmekte.

“İkiz sütun” politikası bağlamında ABD’nin bölgesel jandarma olarak görevlendirdiği Suudi Arabistan’ın ABD dış politikasındaki yeri de önemli değişikliklere maruz kalmıştır. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile ABD arasındaki birlikteliğin de sınandığı ve İran üzerinde kurulan ortak düşmanlık zemininin bile farklı çıkarlar doğrultusunda sınandığı gözlemlenebilir. Son dönemde şahit olduğumuz Suudi Arabistan-Rusya petrol pazarı rekabeti, ABD’nin Suudi Arabistan’la ilişkilerinde de ciddi bir meydan okuma oluşturdu. Bu süreç aslında Rusya’nın petrol üretimini azaltmama kararından çok daha önce, 2014 yılında ABD’nin kaya petrolü üretimindeki sıçramasıyla başlamıştı. Suudi Arabistan OPEC ülkeleriyle birlikte hareket ederek kendi ihracat pazarlarının daralmaması ve kaya petrolüyle rekabet etme adına petrol fiyatlarını düşürme yoluna gitmişti. Bu hamlenin ABD’ye 150 milyar dolar civarında bir finansman kaybına ve 150’den fazla şirketinin iflas etmesine mal olduğu düşünülüyor. Her ne kadar petrol fiyatlarının düşüşü petrol ve türevlerine senelik 500 milyar doların üzerinde finansman ayıran ABD ekonomisi için pozitif bir işaret gibi görünse de (Trump ve toprak milliyetçileri için en önemli konular olan) iç pazar önceliği ve yerli istihdam bu durumdan ciddi zarar görmüştür. Bu bağlamda, ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin petrol ihracatı ve pazar paylaşımı üzerinden giderek gerginleşen bir zeminde devam ettiği göz önünde bulundurulmalı.

Suudi Arabistan’ın petrol ihracatına, ABD gibi 1990’lardan beri kendi topraklarında asker bulunduran ve bir askeri hava üssünün işletmesini doğrudan devrettiği bir süper güçle rekabet edecek kadar önem vermesinin sebebi ise şudur: Suudi Arabistan’ın gerçekleştirdiği nominal ihracatın yüzde 78’inden fazlası petrol ve türevlerini kapsayan ürünlerle yapılmakta. 2018 yılında gerçekleştirilen toplam 295 milyar dolarlık petrol ihracatının (yüzde 66’ya denk gelen) 195 milyar doları ham petrol ve toplamda 220 milyar doların üzerindeki kısmı petrol ve türevi ürünlerden oluşmuştur. Fakat 2019 yılı içinde, uluslararası petrol ihracatçısı ülkelerin günlük ve aylık üretim/ihracat verilerini takip eden bir kuruluş olan Joint Organizations Data Initiative (JODI) adlı uluslararası veri tabanın bilgilerine göre, Suudi Arabistan’ın bir önceki yıla göre günlük 1 milyon varil daha az ihracat gerçekleştirdiği biliniyor. Bu da Suudi Arabistan’ın hem genel ihracatında hem de petrol ihracatında yüzde 10’nun üzerinde bir azalmaya ve bölgesel liderlik yolunda önemli maliyetler üstlenen bu ülkenin geleceğine dair epey olumsuz senaryolar oluşmasına sebep oldu. Bu ekonomik veriler ışığında hem ABD’nin hem de Suudi Arabistan’ın neden petrol konusunda birbirlerine meydan okudukları anlaşılabilir.

ABD’li Cumhuriyetçi Senatör Kevin Cramer hem Twitter hesabından hem de ABD’nin önemli televizyon kanallarından, Suudi Arabistan’ın Rusya’yla birlikte hareket ederek ABD’li petrol üreticilerine zarar verdiğini ifade etmişti. Bunun öncesinde de 48 Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi üyesi, Muhammed bin Selman’a bir mektup yollayıp onu bu konuda uyarmıştı. Bu gelişmeler süresince, ABD’de özellikle kaya petrolü üreten Teksas ve Kuzey Dakota gibi eyaletlerin senatörlerinin Suudi Arabistan’a karşı bir lobi oluşturdukları gözlemleniyor. Bu durum, Türkiye gibi Suudi Arabistan ile doğrudan rekabet içinde olan ülkeler için bir fırsat teşkil edebilir. Öte yandan, Suudi Arabistan’ın ciddi bir maliyet üstlenerek ABD’de oluşturmaya çalıştığı imajın petrol sınavını atlatması pek de kolay olmayacaktır. Nitekim toprak milliyetçilerinin ve devletçilerin ABD’nin gelecek en az 10 yılında etkili olacağı göz önüne alınırsa, Veliaht Prens Bin Selman’ın tahta çok zor bir zamanda oturarak kendi ülkesinin çıkarlarıyla ABD’nin desteği arasında sıkışacağı söylenebilir.

ABD’nin Orta Doğu’da bölgesel liderlik iddiası olan bir ülkeyle yaşadığı bu sorun, petrol ihracatı rekabeti bir kenarda tutulursa, aslında Türkiye ile yaşanan sürece oldukça benziyor. ABD’nin Türkiye’yi de yakın bir şekilde desteklemesinin ardından, Türkiye’nin kendi çıkarlarını öncelemeye başladığı anda ikili ilişkilerin zedelendiği görülmüştü. Suudi Arabistan da artık 1 trilyon dolara yaklaşan gayrisafi yurtiçi hasılası ve artan askeri kabiliyetleri ölçüsünde, ABD yörüngesinden çıkmayı zaman zaman deneyecektir. Nitekim büyük güçlerin peşine takılmak, ancak küçük ve orta güç seviyesinde olan ve liderlik iddiası taşımayan devletlerin uzun vadede takip edebileceği bir dış politika yöntemidir. Patriot balistik füze savunma sistemlerinin ABD’ye geri çekilmesi kendi başına çok önemli bir olay olarak tanımlanmamalı, fakat bunun bir yaptırım sinyali olabileceği de gözden kaçırılmamalıdır.

Ayrıca ABD’nin Suudi Arabistan ve Türkiye gibi kendi ekonomik ihracat kapasiteleri 150 milyar doları geçen ve dış politikada zaman zaman kendi çizgilerini oluşturmaya çalışan devletlerdense BAE, Katar ve Kuveyt gibi ülkelerle daha çok askeri işbirliğine gitmesi de öngörülebilecek gelişmelerden bir diğeri. Nitekim ABD’nin ciddi askeri destek verdiği ülkeler ABD’ye herhangi bir yönden meydan okuduğunda ve dış politikada onun yörüngesinden çıktığında, bu ABD iç siyaseti için önemli maliyetler doğurabilmekte. Başkanlık seçimlerinin yaklaştığı dönemlerde, bu tarz gelişmeler muhalefet tarafından daha uzun süre gündemde tutularak yönetimdeki tarafı daha keskin bir noktaya da itebilmektedir. Bu koşullar göz önünde bulundurulduğunda, ABD yönetilmesi daha kolay ve kendisine daha bağımlı olacak ve bölgedeki hareket kabiliyeti yüksek olan devletlerle işbirliğini tercih edecektir. Bu bağlamda, Trump’ın tekrar başkan seçildiği veya köklü bir Orta Doğu politikası değişikliği olmadığı durumda, Katar ve BAE’nin daha çok ön plana çıkacağı söylenilebilir. Elbette bu öngörüler, ABD’nin Çin’le halihazırda olan rekabetinin Orta Doğu’ya sıçramadığı bir senaryo için geçerli. Çin’in Orta Doğu’ya yönelik kazanç hamleleri ABD iç siyasetinde bir tedirginlik doğurup, bu ülkenin Suudi Arabistan ve Türkiye’ye dahi çok daha olumlu yaklaşmasının önünü de açabilir. Değişmeyeceği anlaşılan şartlar ise Orta Doğu’da bölgesel liderlik mücadelesinin dışarıdan alınan desteklerle devam etmesi ve bölgesel liderlik vasfı kazanmaya çalışan ülkelerin hamileriyle çeşitli alanlarda sorunlar yaşamasıdır.

[Orta Doğu'da silahlanma ve güvenlik konularında çalışan Furkan Halit Yolcu Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nde (ORMER) araştırmacı olarak görev yapmaktadır]

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın