Analiz

Kamusal alan, İslam ve yanlış temsil

Mizah dergisi Leman’da yayımlanan bir karikatür, Türkiye’de sadece geniş toplumsal kesimleri harekete geçirmekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin kültürel fay hatlarını da açığa çıkardı.

Hasan Hüseyin Çağıran  | 05.07.2025 - Güncelleme : 05.07.2025
Kamusal alan, İslam ve yanlış temsil

İstanbul

Şair ve yazar Hasan Hüseyin Çağıran, mizah dergisi Leman’da yayımlanan çizim tartışmalarını ve Türkiye'deki temsil sorununu AA Analiz için kaleme aldı.

***

📲 Artık haberler size gelsin
AA'nın WhatsApp kanallarına katılın, önemli gelişmeler cebinize düşsün.

🔹 Gündemdeki gelişmeler, özel haber, analiz, fotoğraf ve videolar için Anadolu Ajansı
🔹 Anlık gelişmeler için AA Canlı

Mizah dergisi Leman’da 26 Haziran 2025’te yayımlanan bir karikatür, Türkiye’de sadece geniş toplumsal kesimleri harekete geçirmekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin kültürel fay hatlarını da açığa çıkardı.

Geçen süre içerisinde, karikatür ekseninde peygamber tasvirinin İslam kültüründeki yeri ve İslam tarihindeki serüveni tartışıldı; karikatürün gerçekte kimleri tasvir ettiği ve neyi ifade ettiği sorusu ekseninde değerlendirmeler yapıldı, İslam’da hoşgörünün yeri gündeme getirildi. Hadiseler, “Türkiye kutuplaşıyor” tespitine sarılanların yanılgılarını pekiştirecek slogan ve eylemlerle daha da harlandı.

Fakat tüm bu gelişmeler tartışmanın, üzerinde cereyan ettiği zemini, bu zeminin problemlerini ve bünyesinde barındırdığı kırılmaları konuşmaya, yine imkan tanımadı. Oysa ki Leman karikatürü, İslam’ın kamusal alandaki temsilini bir mesele olarak konuşmayı gerektirmektedir.

Türkiye’de kamusal alanın yapısı

Türkiye’de kamusal alan, Batılılaşma kararına paralel olarak İslâm’ın tezahürlerini en aza indirmek, mümkün olan nispette de yok etmek üzerine kurgulandı. Ne acıdır ki tarihsel vakıa, bu kurgunun bir adım berisinde şekillenmemiştir.

“İyi niyetli” okumalar, gerek lisan inkılabı gerek tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi uygulamaların devamı niteliğindeki hamleleri “doğru İslam anlayışını tesis etme çabaları” olarak takdim etme yolunu seçti. Fakat bu okumalar da hiçbir zaman gerçek anlamıyla toplumsallaşmadı. Buna imkan yoktu çünkü hayat, her ne kadar aksi iddia edilse de, tarihten üstündür.

Zaman içerisinde ne kadar dönüşürse dönüşsün, hangi müfredata tabi kılınırsa kılınsın, kanıyla canıyla insan, aslına meyleder. Kulaklarına dolan, gözlerine görünen, parmak uçlarına temas edenlerle, anlatılan hikayenin vakıaya uymayan taraflarını tespit eder. Hiç değilse, tüm bunlar, kitaplara girmese de olanın bitenin hakikatini ihsas eder.

İslam, Cumhuriyet’in erken döneminde, resmi bir iradeyle, yanlış temsil tartışmalarının konusu olmaya mahkum edilmiştir. Kamusal alanda, İslam’ın güzelliğini, dindar Müslümanların güzel hasletlerini konuşma imkanı yoktur. İmkan, yanlış temsili görme, konuşma, teşhir etme alanına münhasır kılınmıştır. Bu, dün olduğu gibi, bugün de böyledir. İslam’a karşı, nihayetinde vatanı bilfiil mümkün kılan iradenin yegane kaynağı olması sebebiyle, doğrudan yapılamayan taarruzun gerekçesi, yanlış temsile karşı verilen bir sözde "aydınlık savaşı" olarak formüle edildi.

Bu sebeple, Türkiye’nin “aydınlık savaşçıları”nın ana gündemi, İslam’ın yanlış temsili olmuştur. Bu kişilerin ne denli “ihlas sahibi” olduklarını varın siz takdir edin. Yanlış temsili bu kadar belirleyici ve önemli kılan ise İslam düşüncesi çerçevesinde ortaya çıkabilecek her türlü politik iddia ve tavırdır. Şerhsiz ve kayıtsız diyebiliriz ki, mütedeyyin Müslüman ferdin bugün dahi, Türkiye’de, kamusal alanda politik varlık gösterme imkânı yoktur. Bir diğer ifadeyle, o ne yaparsa yapsın, inancını hangi ideal pratikte somutlaştırırsa somutlaştırsın, görünen ve gösterilen kusurları olacaktır. Dolayısıyla onun varlık gösterme sahası, yanlış temsil alanıdır. Bu, bir mahkûmiyet biçimidir.

İslam’ı doğru temsil etmenin politik imkansızlığı

Şunu şerhsiz şüphesiz ifade edebiliriz ki, Türkiye’de yaşanan sorun, dindar Müslümanların İslam’ı doğru temsil kudretine sahip olmamaları değildir. İslam’ın en yetkin insan modeli de olsa, o, Türkiye’de, ancak ve ancak "yanlış temsilin" konusudur, yanlış temsil sahnesinin bir aktörüdür. Bilhassa politik düzlemde durum budur. Bu sebeple, mütedeyyin çevrelerde yanlış temsil üzerinden yapılan öz eleştirel değerlendirmelerin sahiplerinin çok önemli bir kısmı, bir ses sahibi olamamanın, en ufak bir iddia ile cümle kuramamanın hastalıklarıyla malul olageldi.

En kıymetlisine, peygamberine alenen dil uzatıldığı noktada bile teolojik, sanatsal, siyasal bağlamda yapılan tartışmalara özeleştiri ve hoşgörü vurgularıyla katkı sunmaya yönelen tavır ancak ve ancak bu bağlam üzerinde anlaşılabilir. Bu tavır, Türk siyasal sisteminin ve kamusal alanının iskeletine hala hakim olan İslam karşıtı veya en olgun haliyle İslam’ı araçsallaştıran ve siyasi taleplere göre ehlileştirmeye yönelen yapısına muvafık bir “doğru temsil”, daha açık ifade etmek gerekirse makbul temsil ortaya koyma ve meşruiyet temin etme arayışıdır. Halbuki İslam’ı doğru temsil etmenin politik imkanı kapalıdır.

Açık olan kapı, toplumun her kademesindeki “sözde dindar ama aslında sahtekar olan” Müslümanları konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “namaz kılan ama kul hakkı yiyen” siyasetçiyi konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “tesettürünün hakkını veremeyen sözde dindar kadınlar”ı konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “istismarcı tarikatların yanlış din tasavvuru”nu ve onların “İngilizlerle işbirliği yapmış olan şeyhlerini” konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “kiracısına zulmeden emlak zengini hacı dayı”yı konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “dükkanın girişine besmele tabelası asan ama ne hikmetse en büyük dolandırıcılığı yapan mahalle kasabı”nı konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “bizi arkamızdan vuran Arapları” ve onların şu “bitmeyen görgüsüzlükleri”ni konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “bizim kendileri için çırpındığımız” ama “gizli gizli topraklarını Yahudilere satan Filistinliler”i konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, Müslümanların izzetini ve şerefini koruma kapısı değil, İslam’ın her kutsalına ve Müslümanların her eylemine olanca rahatlık içerisinde dil uzatılan bir noktada dahi “İslâm’ın hoşgörü” dini olduğunu konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, İslam’ın bu topraklardaki varlığını ilga etmek üzere kurgulanmış isimlere ve fiillere referans vermeden nefsinizi dahi müdafaa edememe kapısıdır.

Karikatürün içeriğinden daha vahim olan "yorum seferberliği"

Türkiye’de kamusal alanın, görünürdeki tablonun aksine işaret ettiği durumlarda bile, İslam’a hürmete, Müslüman ferde saygıya müsaade etmemesi tabii ki dünün ve bugünün birtakım siyasi kadroların tercihlerine indirgenemez.

Muteber tarih profesörlerinin neredeyse tüm insanlığın benzerine az rastlanır bir ittifak ile İsrail’in terör politikaları karşısında yekvücut olduğu bir noktada, “Filistinli demek toprağını satan adam demektir” diyebildiği, sosyoloji profesörlerinin hünerlerini “Bizden Kant çıktı da bizim mi haberimiz yok?” gibi sorulara hasredebildiği vasat bir ortam vardır. Bu durum, ne Batı hümanizminin indirgemeci ve dışlayıcı genetiğinin ne de Atina demokrasisinin köle emeğine dayalı agorasının bugüne kadar izi sürülebilecek etkilerinden bağımsızdır.

Türkiye’nin talihsizliği, mezkur etkilerin bünyemizde açtığı hasarların; gün kurtarıcı siyasi talepler, acenteci bir çağdaşlaşma ve kimliksiz bir millileşme lehine İslam’ın düşüncesi, kurumları ve insan bakiyesiyle birlikte değerden düşürülerek kurumsallaştırılmasıdır.

100. yılımızı geride bırakmamıza rağmen bitmeyen sistem, anayasa ve kültür çekişmelerinin, esas sebepleri görünmez kılan nevzuhur problem başlıkları olarak tartışmalara konu edilmesi de bu kurumsallaşmanın varlığını sürdürdüğüne işaret kabul edilmelidir.

Bu tarihsel ve kültürel bağlam üzerinde, fecaatin boyutu ne olursa olsun, İslam toplumundan hiçbir şartta özür dilenmez. Ne özür dileyebilecek olgunlukta bir özneden ne de bu özne için özür dilenebilecek kadar insan varlığı gösteren bir muhataptan söz edilebilir. Bu, bihakkın yapılamadığı için, mesele, her durumda tarihsel alışkanlığın bir devamı ve de özünde Müslümanlara karşı tahkir içeren bir yorum tartışmasına çevrilir.

Dahası “doğru İslam’ın” sözcülüğü üstlenilir ve mütedeyyin Müslümanlara hakikat, bizzat dindarların izzetine dil uzatanlar ve onların karargahı olagelmiş yapılarca tebliğ edilir. Leman dergisinde yayımlanan karikatürün hakaret içermediği yönünde pozisyon alan kişi ve kurumların açıklamaları, bu yaklaşımın örneklerini sunuyor. Yaptıkları açıklamalar, karikatürün içeriğinden daha vahim art niyetler ve vurgularla malul.

[Hasan Hüseyin Çağıran, şair ve yazardır. İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Felsefe Tarihi ve Sistematik Felsefe Bölümü’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir.]

*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın