Röportaj, Cemal Kaşıkçı

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı kimdi?

AK Parti Genel Başkan Danışmanı Aktay, yakından tanıdığı Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'yı ve fikirlerini AA'ya anlattı.

24.10.2018 - Güncelleme : 25.10.2018
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı kimdi?

ANKARA - Metin Mutanoğlu

Resmi belge almak için 2 Ekim Salı günü girdiği Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğundan bir daha çıkamayan ve hunharca öldürüldüğü anlaşılan gazeteci Cemal Kaşıkçı kim? Bu soruyu Kaşıkçı'nın neden öldürüldüğü sorusu takip ediyor. Ülkesinden ayrılmış, ABD ve Türkiye arasında kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışan bu gazeteci neden hedef alındı? Öyle görünüyor ki öldürülme sebebi fikirleriydi. Dünyayla paylaştığı ve Suudi Arabistan yönetimini rahatsız eden bazı fikirleri.

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı kimdi?
AK Parti Genel Başkan Danışmanı Aktay, yakından tanıdığı Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'yı ve fikirlerini AA'ya anlattı.
24.10.2018

Peki neydi Cemal Kaşıkçı'nın Suud ailesini endişelendiren ve onu vahşice katlettiren bu fikirler? Sorularımızı Türkiye'de Cemal Kaşıkçı'yı ve onun fikirlerini en iyi tanıyanlardan biri, sosyolog ve siyasetçi Yasin Aktay'a yönelttik.

İşte Cemal Kaşıkçı'nın "Arap Baharı"yla başlayan demokrasi ve özgürlük umutlarının onu ölüme götüren fikri dünyası.

Cemal Kaşıkçı günlerdir televizyonları izleyen Türk vatandaşları için 'Suudi bir gazeteci' olarak tanımlanıyor. Kaşıkçı, Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'ndan kayboldu, daha sonra öldürüldüğü anlaşıldı. Suudiler de bunu kabul etti. Ortalama bir Türk vatandaşı için Cemal Kaşıkçı kimdi?

"Ortalama bir Türk vatandaşı için Cemal Kaşıkçı, aslında bu olaylar başına gelmeden önce çok da bilinen bir isim değildi. Muhtemelen şimdi ismi bu kadar çok zikredildiğinde, bu kadar tanıdık sima olarak ortaya çıktığında insanlar, 'Nereden çıktı bu Cemal Kaşıkçı?' diye düşünmüş olabilir. Çünkü Cemal Kaşıkçı, Türk medyasına çok fazla hitap edebilen, Türkçe konuşan bir isim değildi ama köken itibarıyla Türk'tü. Kaşıkçı, 1. Dünya Savaşı yıllarında çizilen sınırlar içerisinde o günkü nüfus hareketlilikleri göz önünde bulundurulduğunda, hepsi Osmanlı toprağı olan coğrafyanın bir parçası olan Suudi Arabistan kısmında kalmış Türk bir ailenin torunu. Ailenin, köken itibarıyla Kayseri'ye dayanan bir geçmişi var. Aile, Suudi Arabistan'da yaşadığı süre içerisinde kendini hep Türk hissetmiş. Suudi Arabistanlı ama aynı zamanda Türk. Onun için Kaşıkçı, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerine hep çok önem vermiş bir insan."

Türk hissetmesini sizinle paylaşır mıydı?

"Tabii ki. Bulunduğu ortamlarda Türklüğünü bir miktar hissettirirdi. İlginç bir şeydir. Aslında bu örnek üzerinden şunu diyeyim; Suudi Arabistan'a ve eski Osmanlı coğrafyasına zaman zaman ziyaretlerde bulunuyoruz ve çok insanla tanışıyoruz. Orada kendini Türk hisseden o kadar çok insan var ki. Herkes bir şekilde geçmişinde, kökeninde herhangi bir Türk'le veya Türkiye ile olan akrabalığını vurgulamaya önem atfediyor. Bu sadece Suudi Arabistan için değil Suriye, Lübnan, bilhassa ve bilhassa Mısır için de söz konusu. Tunus ve Cezayir için de söz konusu. Baktığınız zaman Osmanlı'nın geçmişi yani hepimizin bir arada Osmanlı olduğu dönem, sadece yüz sene önceki döneme dayanıyor. Yani yüz sene önce bu sınırlar çizildiğinde hepimiz ayrı ayrı coğrafyalara düşmüş olduk. Bir bakıma parçalanmış olduk. Bir tarafımız hep eksik kalmış oldu. Biraz da son zamanlarda 'küreselleşme' dediğimiz hadisenin hepimizi daha kolay erişilebilir, ulaşılabilir hale getirmesinden itibaren bu tür sahnelerle sık karşılaşıyoruz. Bu, özellikle Mısır'da çok bariz şekilde gördüğümüz bir şeydi. Mısır'da tanıdığımız birçok insan, halası, teyzesi, babaannesi ve dedesinin bir şekilde Türk olduğunu belli eder ve bundan da övünç duyardı."

Kendisi (Kaşıkçı) Suudi Arabistan'dan ayrıldıktan sonra ABD'de yaşamaya başlamıştı. Ama Türkiye'ye de gelip gidiyordu. Türkiye'ye gelip gitmesinin sebebi neydi?

"Belki de hepimiz farkındayız, Türkiye'nin bir özelliği, İslam dünyasının ve dünyanın önemli bir merkezi olması. İslam dünyasıyla ilgili birçok toplantı artık İstanbul'da icra ediliyor. Konferanslar, İslam dünyasının geleceğiyle ilgili hem siyasi hem ticari hem de entelektüel akademik toplantıların önemli kısmı Türkiye'de icra ediliyor. Bu durum, Türkiye'yi önemli bir merkez haline getirmiş durumda. Mesela, geçenlerde bir grup insan hakları aktivisti dünyanın her yerinden bir araya gelerek bundan sonra her yıl insani yardım ve insani siyaset konusunda bir ülkeye ödül organizasyonu yapmaya karar verdiler. Bunu kendilerine ihsas ettirenin de Türkiye olduğunu ifade ettiler. Böylece ödül organizasyonunun ilk ödülünü yani 2018 yılını 'İstanbul İnsanlığın Başkenti' olarak ilan ettiler. Bir sonraki yıl için de hazırlıklar başladı. Bir sonraki yıl en fazla insani yardım yapan, insani siyaset güden, dünyanın gündemindeki çok farklı insani meselelere en insani yaklaşımda bulunan ülkelere ödül verme noktasında bir faaliyet icra etmek istediler. Bunun bile referansının ve başlangıç noktasının Türkiye olmasını kaydedelim. Türkiye bu anlamda entelektüel ve bir siyaset merkezi. Türkiye, bölgesel güç olma iddiasını basitçe ve sadece indi düşüncelere kapılarak yapmıyor. Bir gerçeğe, bir zemine dayanarak yapıyor. Bunun şu anda uluslararası sosyolojik zemini var. Gidin İstanbul'daki bütün otellerde her gün icra edilen toplantıların genel profiline şöyle bir göz atın, bu manzarayı çok açık şekilde görürsünüz. Böyle bir İstanbul'a Kaşıkçı profilindeki birinin sıkça uğrama noktasına gelmiş olması şaşırtıcı değil. Kaşıkçı ve Kaşıkçı gibiler, en seçkin insanların davet edildiği toplantılarda ilk akla gelen birkaç isimden birisi oluyordu."

"Her ay geliyor muydu Kaşıkçı?"

"Türkiye'ye her ay gelmesine vesile olacak bir etkinlik, faaliyet, toplantı veya konferans oluyordu. Sadece o değil, herhangi bir isim söyleyin, onun Türkiye'ye hangi sıklıkla geliyor olduğunu size söyleyebilirim. Şu anda yolu Türkiye'den geçmeyen hiçbir dünya entellektüeli kalmamıştır diyebilirim. İstanbul'a bir şekilde uğramayan hiçbir düşünür, aktivist, hele İslam dünyasında öne çıkmış bir isim kalmamıştır. Tabi ki Kaşıkçı'nın özel durumu da var. Kaşıkçı, Suudi Arabistan'dan ayrıldıktan sonra 1-1,5 yıl kadar önce Washington'da yaşamaya başladı. Türkiye ile bağları bir insani yakınlaşma dolayısıyla oluştu. Bir hanımefendiyle evlilik planlaması yapmaya başlamışlar. Ondan dolayı zannediyorum Türkiye'ye biraz daha sık gelmeye başlamış. İstanbul'da kendisine bir daire satın almış, evliliğin hazırlıklarını en ciddi ve hızlı bir şekilde yapmaya başlamıştı."

"O zaman Türkiye'de mi yaşamaya karar vermişti?"

"Aslında düşüncesi hem Türkiye hem Washington'da yaşamaktı. Hatice hanım henüz okulunu bitirmemiş, doktora öğrencisi, hem de Türkiye ile bir bağı olsun istiyordu. Türkiye'yi çok seviyordu. Sanırım eninde sonunda döneceği yerin Türkiye olacağını düşünüyordu. Bunu Hatice hanıma da belli ediyordu. Bir şekilde bana da arkadaşlara da belli ediyordu. Özellikle Turan (Kışlakçı) ve benim de kurucuları arasında olduğumuz Türk Arap Medya Merkezi, orada bu şeyleri hissettiriyordu. Türkiye'de kendini buluyordu, aradığı sıcaklığı buluyordu. 1,5 yıldır sadece ülkesinden değil aile ortamından da ayrıydı. Aile ortamında yaşama arzusu, hele hele bir Türkle evlenmesini biraz daha fazla istekli kılıyordu."

"Türkiye'yi İslam dünyasının bir merkezi gördüğüne dair konuşmaları olduğunu biliyoruz. Bu konudaki yaklaşımı nasıldı?"

"Kesinlikle böyle. AK Parti dönemi öncesinde de hep Türkiye'ye böyle bir önem atfetmiş. 'Türkiye, eninde sonunda tarihinin, coğrafyasının kendisine atfettiği rolden geri duramaz.' buna dair genel bir paradigmatik yaklaşımı vardı. AK Parti iktidarı döneminde Türkiye'nin kat ettiği yol, ortaya koyduğu demokratikleşme, insan hakları ve kalkınma noktasındaki performans onu gerçekten çok hayran bırakıyordu, etkiliyordu, memnun oluyordu ve seviniyordu. Türkiye ile ilgili bütün olumlu haberler onu coşturuyordu. Türkiye ile ilgili kötü haberler, darbe dönemi olsun, gezi hadiseleri olsun onu kaygılandırıyordu. Bunlarla ilgili güzel yaklaşımları, analizleri de oluyordu. Türkiye'nin bilhassa kalkınma ve demokratikleşme noktasında kat ettiği yolla Arap dünyasında çok iyi bir model oluşturduğunu, eninde sonunda tüm Arap dünyasının bu modelden etkilenerek bir yerlere gideceğini belirtiyordu. Tabi hiçbir modelin bir yere tıpatıp uygulanamayacağının o da farkındaydı ama bir tür esinlenmenin, bu tarz bir etkilenmenin, Türkiye'den esen bir rüzgarın oralarda da yankılanacağının çok farkındaydı ve bunu da hissettiriyordu. Arap Baharı sürecinde mesela, paralelliğin mutlaka oluşmakta olduğunu görüyordu. Arap Baharı sırasında çok büyük bir coşku yaşıyordu. Kendi ülkesine muhalif değil idiyse de o dönemde, Arap Baharı sürecinde ülkesiyle muhalif düşüncelere sahipti. Buna rağmen bu muhalif düşünceler onu ülkesinde takip edilmesi, susturulması gereken bir insan kılmıyordu. Açıkçası, kendi ülkesinin Arap Baharı'na yaptığı olumsuz katkıdan mutsuzdu. 'Muhalif gazeteci' olarak niteleniyor ama bu son 1,5 yıl içinde ona yapışmış bir ifade olarak kaldı. Onun öncesinde gayet iyi ilişkileri var. Muhalefet ediyordu, eleştiriyordu, kendi yönetimini eleştirmekten çekinmiyordu ama eleştirirken çok gerçekçiydi. Yani bir alternatif arayışında değildi. Yani başka bir hanedan, Suud ailesinden başka bir aile, bir kral arayışı yoktu."

Tam olarak ne istiyordu?

"Nasıl İngiltere'de bir krallık varsa, Suudi Arabistan'da da bu krallığın ülkenin bir gerçeği olduğu düşüncesindeydi. Ona dair bir itirazı yoktu. Ama bu krallığın İngiltere'deki gibi daha demokratik, insan haklarına daha saygılı, daha iyi bir yönetim olma imkanı vardı. Onun için Kral Abdullah vefat ettikten sonra yerine gelen Kral Selman bin Abdülaziz'in ilan ettiği reform politikaları onu bir hayli umutlandırmış ve çok lehte beyanlarda bulunmuştu. Hatta Yemen'de var olan o kaosu giderebilecek bir müdahaleye çok itirazı yoktu. İlk etapta buna da muhalif değildi."

Siz bir yazı yazdınız. Cemal Kaşıkçı'nın suçu neydi? Orada da bu cinayeti sorguladığınız Cemal Kaşıkçı'nın suçu neydi gerçekten? Neden hedef alındı?

"Tabii benim bahsettiğim Cemal Kaşıkçı'nın bu olayda neden öldüğü, burada nasıl bir hataya düştüğü. Suçu 'Güvenmekti' demiştim. Kendi ülkesine çok güvendi. Ülkesinin, insanının kendisine böyle bir kötülük yapmayacağına çok güvendi. Türkiye'ye güvendi. Türkiye içerisinde böyle bir olayın gerçekleşemeyeceğine çok güvendi. Çünkü Türkiye güçlü bir hukuk devleti, kanun devleti, polisin gücünün ve kabiliyetinin çok iyi olduğu bir ülke. Dolayısıyla burada kendisine yönelik bir suikast veya kaçırma olamayacağını düşünüyordu. Bir de tabi konsoloslukta böyle bir şeyin olamayacağına güvendi. Sıradan insanın güvenebileceği en basit şeye güvendi. Bu güven zedelenmiş oldu. Bir insanın konsolosluğa giderken, konsolosluğuna güvenememesi gibi bir ihtimali akla getirdi bu olay. Korkunç bir olay. Bir insanın kendi ülkesinin konsolosluğuna güvenememesi ne demek? Her insanın yurt dışında kendi ülkesinin konsolosluğuna bir şekilde işi düşer. Konsolosluklar eğer insanların rahatlıkla cinayetler işleyebildikleri ve bunu ört bas edebildikleri yerler ise bu insana güven vermez ki. Modern dünya, güven duygusunun ve gerçeğinin çok gelişmiş olmasıyla tanımlanan bir dünya değil midir? Tabi kendi ülkesi tarafından kendisine atfedilen bir suçu yok. Suçu muhalif olmaksa bu muhalefeti eskiden de vardı. Bazen Arap Baharı sırasında kendi ülkesine muhalefet etti ama kimse ona 'Neden muhalefet ediyorsun?' demedi. Bu sefer bir takım tutuklamalara yaptığı itirazlar, başlarda desteklediği Yemen müdahalesinde daha sonradan işlerin çığırından çıkması, çok ciddi insan hakları ihlallerinin ortaya çıkmış olması, Suudi Arabistan'ın oradaki varlığının Yemen krizini çözmek yerine daha da derinleştiriyor olduğu noktasında bir takım gözlemlere sahip olmaya başladı. Şu anda hepimiz bu gözlemlere sahibiz. Şu anda tüm objektif gözlemciler Suudi Arabistan'ın Yemen'de sorunu çözmek gibi bir misyonunun kalmadığını, özellikle Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan'ın İran ile beraber Yemen'de krizi daha da derinleştirdiğini biliyor. Bu üç ülke Yemen'i Yemen'e bırakmıyor. Aynı şey şu anda Suriye'de, Libya'da ve Mısır'da söz konusu. Kaşıkçı, kendi ülkesi yani Suudi Arabistan'ın sorunu çözmek bir yana, sorunu daha da derinleştiren bir rol oynadığını açık açık söylüyordu. Bu eleştiriler yapılır. Bunlar tek başına rahatsız eder eyvallah ama bir öldürme sebebi olabilir mi, yok etmeyi gerektirecek kadar bir insandan nefret etmeyi gerektirir mi? Öyle zannediyorum ki daha başka sebepler de vardı, daha ötede sebepler. Suudi Arabistan'ın şimdiki yönetimi tarafından Cemal Kaşıkçı sadece muhalif gazeteci olmasıyla değil zannediyorum biraz da muhalefeti örgütleme kapasitesine sahip bir beyin olarak da görüldü. Ona bu rol de atfedildi. Bu sadece vehmedilen bir rol. Kaşıkçı'nın o kadar da abartılacak bir rolü yoktu. Kendisinin söylediği, 'Benim böyle bir rolüm olamayacağıydı.' 'Suudi Arabistan'da böyle bir şeyi yapmak şu anda mümkün değil' diyordu. Ama öbür tarafta böyle bir vehim vardı. Bu vehim nereden kaynaklandı? Ben bu vehim biraz korkaklıktan, paranoyadan ve iktidar paranoyasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum."

Suudi Arabistan'da doğmuş, büyümüş, devletin çeşitli kademelerinde görev almış, devletin çeşitli gazetelerinde genel yayın yönetmenliği yapmış. Arkasında önemli bir tecrübe var. Ama fikri olarak baktığımızda karşımızda neo-Selefi, Vahabi bir toplumdan ortaya çıkan ama daha özgürlükçü fikirlere sahip olan bir isim var. Aslında böyle birisinin ülkede yapılan bir takım değişikliklerden umutlanması gerekmez miydi?

"Biliyorsunuz Cumhurbaşkanımızın da itiraz ettiği 'ılımlı İslam' gibi kavramlarla bir reform politikası ilan etmişlerdi. Bunlar güya İhvan'a karşı. Suudi Arabistan'ı geri bırakan İhvanmış gibi bir söylem kullanıyorlar. Çok yanlış kodlamalarla giden bir süreç bu. Olayı ideolojiye vuran ama kendisi o ideolojiden kurtulamamış bir zihniyet var ortada. Kaşıkçı da son mülakatlarından birinde aynen böyle şeyler söylemişti. Suudi Arabistan'daki anlayış, yüz yıl önce atalarının yönettikleri gibi ülkeyi yönetme isteği. Siyasette bir açılım yapmadıktan sonra, sadece dinle uğraşmak, sadece dindar insanların farklı anlayışlarıyla uğraşmak sizi hiçbir yere götürmez. Sadece dindar insanları biraz daha rencide etmekten başka bir anlam ifade etmez. Esasen o dindar dediğiniz insanların inanç ve düşünceleri belli bir siyasi anlayış tarafından kullanılmadığı sürece çok da zararlı olmaz. Bugün geliyoruz biz tüm dünyadaki terör, şiddet sarmalını bir mezhebin bir anlayışına bağlıyoruz. Halbuki o mezhebin, o anlayışın hiçbir fonksiyonu yok. O mezhebi, o anlayışı kullanabilen siyasi odaklar işin asıl sorumlusudur. Yoksa o din anlayışı her yerde olur. Her yerde insanlar dünyayı çok farklı dini anlayışlarla, hurafelerle, bidatlarla yorumlar. Bu dünyanın kaderidir. Ama problem, bunları siyaseten alıp değerlendirebilmek, bunları siyasetin bir parçası haline getirmektir. Zihniyet dünyaları ile siyaset arasındaki ilişkiyi ihmal ederek bu noktada hiçbir analiz yapılamaz. Zihniyet dünyalarını hedef alacak yerde maddi altyapıyla uğraşmak lazım. Maddeci bir görüntü vermiş olmayayım ama işin bir de altyapısı var. Bu altyapı ihmal edilerek, sadece zihniyet dünyasını hedef almanın hiçbir anlamı yok. Unutmayalım ki, Türkiye'de rasyonelliğin, makullüğün ve ılımlılığın sebebi olarak gösterilen aynı Hanefilikten ve Maturidilikten Afganistan ve Pakistan'da Taliban veya el-Kaide tarzı bir kültür üretilebilmiştir."

Özellikle Arap Baharı sonrası Arap dünyasında demokrasi rüzgarı esmiş, insan haklarının daha geniş biçimde uygulanacağı, ifade hürriyetinin daha geniş bir şekilde bütün Arap dünyasında yer alacağı, serbest seçim sistemiyle halkın istediği kişileri iktidara getireceği yeni bir döneme dair kanaat oluşmuştu hepimizde. Hemen ardından bir İhvan, Müslüman Kardeşler mevzusu gündeme geldi. Bu anlamda Körfez'de de Müslüman Kardeşler korkusu çok büyük. Hem Körfez'in bu Müslüman Kardeşler paranoyasını değerlendirmenizi istiyorum hem de Cemal Kaşıkçı'nın fikri yapısıyla İhvan'a olan bakışını merak ediyorum.

"İhvan korkusu aslında demokrasi korkusudur. Çok net ve açık. İhvan, şimdiye kadar İslam dünyasının hiçbir yerinde demokrasi dışında herhangi bir yolla iktidara gelmek gibi bir yol gütmedi. Öyle bir planı, programı yok. Eğer düşünce dünyalarına yükleneceksek İhvan'ın düşüncesi çok daha eleştiriye açık, kendi içinde çeşitlilikleri barındırabilen modernize olmaya da çok yatkın bir anlayış. Demokrasiyi de destekliyor. Dünyada yaygın oldukları her zeminde demokratik yollarla iktidara gelmeye de açıklar. Hiçbir şekilde şiddete bulaşmadılar ve şiddeti kendi programlarının parçası haline getirmediler. Hangi ülkede hangi İhvan grubu böyle bir şey yapmış? Peki böyle olmadığı halde Mısır'da ne oldu? Seçimle iş başına geldi, darbeyle gitti. Seçimle iş başına gelenler herhangi bir şiddet enstrümanı kullanmadılar. Ama onları devirenler şiddetin en acımasızını kullanıp 3 bin savunmasız insanı katletti. Bu arada Körfez ülkelerinin desteklediği Selefi gruplar da darbeyi, katliamlara rağmen desteklediler. (Elbette bütün Selefi gruplar öyle değildi, nitekim Mısır'da darbeye karşı çıkan Selefi gruplar da vardı, liberal gruplar da vardı. Onların hepsi darbeye karşı çıktılar.) Açıktır ki, İhvan bu işin mağduru oldu. İhvan şu anda İslam dünyasında herhangi bir şiddet faaliyetinin faili değil hep mağduru, nesnesi ve kurbanı. Ona bu kadar yüklenmek çok saçma bir şey. Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan'da İhvan'ı şeytanlaştırmak ve ötekileştirmek için çok yoğun bir propaganda var. Bu yönde bir söylem takip ediliyor ve dünyanın parası harcanarak lobi faaliyetleri yapılıyor. ABD'de, İngiltere'de İhvan'ın bir terör örgütü olduğu lansmanını yapmaya çalışıyorlar. İhvan'ın savunmasını yapmak bize mi düşer? Düşmez. Biz İhvan mıyız? Değiliz. Bizim İhvan'la bir alakamız var mı? Elbette ki yok. Biz İhvan'ı İslam coğrafyasının çok önemli bir parçası olarak görüyoruz. Ben bir sosyoloğum. Sosyolog olarak İslam dünyasının her tarafıyla az çok ilgileniyorum. Şu anda İslam dünyasında demokrasi dostu veya demokrasiye yatkın diyebileceğimiz, beraber çalışabilecek İhvan'dan daha organize ve daha güçlü bir grup yok. Bu ister Sudan'da, ister Libya'da, ister Yemen'de, ister Irak'ta olsun. Tamamen demokrasiyle çalışmak isteyen, demokratik yollarla mücadele vermek isteyen, ülkeleri üzerinde demokrasi baskısı yapan İhvan'dan daha güçlü bir grup yok. Bu yüzden İhvan düşmanlığı olsa olsa, demokrasi düşmanlığı olsa gerek. İhvan hiçbir yerde darbe yapmadı, hiçbir yerde şiddete de başvurmadı. Bilakis İhvan'ın her yerde makulü aramaya çalışan bir yaklaşımı var."

Türkiye'yi veya hatta AK Parti'yi İhvanla özdeşleştirmelerini nasıl anlamak gerekiyor? Aradaki ilişki nedir?

"Tabi Türkiye'yi İhvanla bir ve beraber göstermeye çalışmalarına da ayrıca değinmek gerek. Türkiye veya AK Parti'yi İhvan'la özdeşleştiriyor olmalarını çok basit ve ucuz bir propaganda olarak görüyorum. Bahsettiğim çerçevede İhvan'a dair sosyolojik tespitleri size saatlerce yapabilirim. AK Parti'nin de analizlerini yaparız. AK Parti ile İhvan arasında dağlar kadar fark vardır. AK Parti ve İhvan, apayrı dünyalardır. AK Parti bir defa İslamcı bir parti olmadığını baştan itibaren deklare etmiştir. Siyasi parti olarak iyi yönetime, adil yönetime taliptir. Ülkenin kalkınmasına, demokratikleştirmesine ve özgürleştirilmesine taliptir. AK Parti, toplumun tüm renklerini, çeşitliliklerini bünyesinde barındıran, toplumun ortak aklı ve iradesini yansıtan bir yapıdır. AK Parti'yi bir zihniyete hapsedemezsiniz. Biz 'AK Parti İslamcı parti değil' derken elbette AK Parti İslam'a mesafeli, İslam'la alakası olmayan bir parti demek istemiyoruz. Ama AK Parti içinde hiç İslam'la alakası olmayan, İslam'a inanmayan seküler, liberal veya başka eğilimlere sahip insanlar da olabiliyor. Bu anlamda AK Parti'yi tanımlayan şey dinsel tutumu değil. AK Parti'de insanları bir araya getiren şey ülkenin geleceği, kalkınması, demokratikleşmesi, özgürlüklerin geliştirilmesi, güvenliği ve genel kimliğidir. Biz kimseye dini bir kimlik veya ideoloji yüklemek durumunda değiliz. Kendimize öyle bir misyon yüklemedik. Bununla birlikte AK Parti muhafazakar demokrat bir partidir."

Kaşıkçı sosyal medyada da aktif biriydi. Fikirleriyle bir ilham kaynağı mıydı?

"2 milyona yakın takipçisi vardı. Bir tweet atığında, bir açıklama yaptığında bir saat içinde yüzlerce, hatta binlerce tepki alabilen biriydi. Bu özelliği muhtemel ki Suudi Arabistan'da bazı kişileri kızdırıyordu."

Kaşıkçı İhvancı bir fikre mi sahipti? Ondan dolayı mı Körfez'de tehlikeli görünüyordu? İhvan'ın bölgede demokrasiyi savunan bir yapı olduğunu mu düşünüyordu?

"Muhtemelen Kaşıkçı İslam dünyasındaki birçok entelektüeli tanıdığı, birçok İslami veya siyasi çevreyle çok yakın ilişki içinde olduğu gibi, İhvancı çevrelerle de yakın ilişki içindeydi. Onlarla da belki bir etkileşim içinde olabilirdi. Ama onu salt bir İhvan çizgisine hapsetmek doğru değil. Çok daha farklı kesimlerle, liberallerle de çok iyi ilişkide olan bir insandı. Hem Mısır'ın hem İslam coğrafyasının liberalleriyle de sol cenah insanlarıyla da yakın bir ilişkisi, etkileşimi olan bir insandı. Ama dindar bir insandı. Gerçi bugün İhvan dediğimiz çizginin de sınırlanabilir bir çerçevesi yok. Selefilik gibi değildir. Selefiliğin belki sınırlanabilir çerçevesi var. İhvan düşüncesi içinde çok farklı düşünürler de çıkabilmiştir. Demokrasi konusunda ultra fikirler öne sürebilen insanlar da çıkabilmiştir. O anlamda çok sınırlayıcı ve tanımlayıcı bir şey değil. İslam coğrafyasında insanlara bir kimlik atfettirebilecek bir yapı sayılmaz aslında. Onun için ben İhvan'ı demokrasi kültürüyle bağdaşan bir yapı olarak görüyorum. Elbette birçok yerde çok farklı yanlışları, siyasi hataları da olmuştur ve bunun bedelini de ödemektedir. Cemal Kaşıkçı’nın siyasi bir pratiği veya örgütsel bağı yoktu. Suudi Arabistan içinde örgütlü bir yapının parçası değildi. Zaten uzun zaman resmi bir hüviyeti vardı. İhvan hareketi içinde organik bir rol almış değildi. Ama fikri olarak belki bir yakınlık görülebilir. Demokrasiyi, demokratik açılımı savunuyordu. Ama isteyebileceği demokrasi cumhuriyetçi değil belki Suudi Arabistan bağlamında monarşik bir demokrasi olabilirdi. Bu arada tabii ki fikirleri sadece Suudi Arabistan'a hapsedilemez. Tüm İslam dünyasıyla ilgili, Türkiye ile ilgili de düşünen bir insandı. Türkiye'de olup bitenleri de çok yakından izliyor, fikir yürütüyordu. Mısır için de... Arap Baharı sırasında tüm İslam dünyasının topyekün tekrar demokratik bir yönetime kavuşmasına dair fikirleri vardı. Bu konuda çok aktifti. Zaten katıldığı toplantılarda bu konular üzerinde konuşuyordu. Suudi Arabistan'ın buna verebileceği, vermediği, vermekten çekindiği katkı, hatta yaptığı engellemeler üzerine de tabi ki konuşuyordu. Bu da onu ilginç kılıyordu. Şunu söyleyebilirim, Suudi Arabistan'dan bu şekilde bu kadar açık, geniş ufuklu konuşabilen çok fazla insan çıkmıyor. Çıksa bile bu kadar kendini rahat ifade edemiyor. Hem İngilizce hem Arapça olarak kendini çok iyi ifade ediyordu. O yüzden ben diyebilirim ki bu tür toplantılarda söyleyeceği şeyler en çok merak edilenlerden birisiydi."

Özellikle Arap dünyasından birçok aydın Türkiye'de, Avrupa'da yaşıyor. Kaşıkçı suikasti onlar için demokrasi yolunda teşvik edici mi korkutucu etkisi mi olacak?

"Cemal Kaşıkçı'nın başına gelen olayın tüm aydınları korkutacağını kimse düşünmesin. Ben öyle inanıyorum ki, ölme veya öldürülme biçimi, yaşadığı hayatı şehadetle taçlandırmış oldu. Onurlu, duruşlu ve mücadele dolu bir hayat yaşadı. Söyleyeceklerini söylemekten hiçbir zaman geri durmadı. Çekinmedi. Bazıları onun Suudi Arabistan'a geçmişte yakın durmuş olmasını eleştiriyor ama bu neden eleştiri konusu olsun ki? İnsan kendi ülkesine her zaman muhalif olmak zorunda değil ki. Önemli olan mutlak yanlış gördüğü şeyleri eleştirmekten, düzeltmeye çalışmaktan geri durmamak. Arap Baharı'nda aleni şekilde kendi ülkesini eleştirdi. Ülkesinden farklı bir duruş sergiledi. Katar meselesinde de farklı duruş sergiledi. Farklı duruş sergilediği için kendisinin inanmadığı şeyleri savunmak zorunda kalmamak için kendi ülkesini terk etmek zorunda kalmış bir insan. Hicreti yaşamış bir insan. Hicreti yaşamış olmaktan dolayı bir ıztırap içerisinde yaşadı ama o hayatın anlatımı belki bir model bile oluşturur. Netice itibarıyla onun ölümüyle, onu öldürenler onu öldürmüş oldukları, öldürmeye karar verdikleri ana lanet ediyor. Çünkü rezil olmuş oldular. Bu işe bulaşmış olan herkes hem rezil oldu hem belasını buldu hem de cezasını da çekecektir. Dünya vicdanında, kamu vicdanında yargılanmaktan kurtulamayacaklar. Onun şehadeti böyle bir olaya vesile olmuş oldu. Bu olay insanları daha özgür düşünmeye, düşündüklerini bir duruşla, bir bedelle taçlandırmaya dair canlı bir model oluşturdu. Özgür düşünmenin bir bedeli olabileceğini de gösterdi belki de. İnsanlar 'Özgür düşünelim ama başımıza hiçbir şey gelmesin' demeye daha yatkınlar elbet. Öyle bir dünya yok. Dünya, kuruldu kurulalı özgür düşünen insanların bir bedel ödemek zorunda oldukları bir yerdir."

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.