Kanada'nın alıkoyduğu eski BM raportörleri: Baştan sona tuhaf bir hadise

Belirsiz Kişi
20.11.2025
İstanbul

Kanada'nın tüm bu yıldırma girişimleri bize, Filistin halkını savunmayı amaçlayan küresel sivil toplum hareketinin, faillerin ve onlara ortak olan hükümetlerin iç siyasi hayatı üzerinde kayda değer bir etkisi olduğunu gösterdi

Daha fazlası için Instagram’dan takip edin

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi İşgal Altındaki Filistin Eski Özel Raportörü Richard Falk ve BM eski Gıda Hakkı Özel Raportörü Hilal Elver, Kanada'da maruz kaldıkları gözaltı ve yıldırma sürecinde yaşadıklarını AA Analiz için kaleme aldılar.

***

Henüz birkaç hafta önce, 23-26 Ekim tarihleri arasında İstanbul'da Gazze Mahkemesinin son oturumunu tamamladık. Uzmanların ve tanıkların güçlü ifadeleriyle salondaki izleyicilerin coşkulu katılımı birleşince, son derece verimli ve etkili bir toplantı ortaya çıktı. İstanbul'daki bu olumlu deneyimin ve sorunsuz geçen ABD dönüşümüzün ardından, iki hafta sonra Ottawa'da yapılacak bir başka Halk Mahkemesine katılmak için Kanada'ya girişimizin Kanada hükümeti tarafından reddedileceği aklımıza bile gelmezdi.

Kanada’da ne yaptığımız sorulduğunda, Kanada Sınır Hizmetleri Kurumuna (CBSA), 14-15 Kasım tarihlerinde Ottawa'da düzenlenecek Kanada'nın Sorumluluğu konulu Filistin Mahkemesi'ne resmi olarak davet edildiğimizi söyledik. Sorgulamanın başında, bu sorgunun amacını anlatan Kanada göçmenlik yetkilileri, "Görevimiz, Kanada’nın ulusal güvenliği açısından tehdit oluşturup oluşturmadığınızı tespit etmektir." dedi. Bu açıklama bizim için son derece kafa karıştırıcıydı ve hala şu soruyu cevapsız bırakıyor, İsrail-Filistin meselesine dair görüşleri tartışmalı olduğu açık olan iki akademisyenin, hükümet politikasını belirleyenler tarafından yalnızca seslerinin duyulmasını ve ciddiye alınmasını isteyen, marjinalleştirilmiş kişiler olarak görülmek yerine, neden ulusal güvenlik tehdidi olarak muamele gördüğü nasıl açıklanabilir? Biz, Gazze’de onlarca yıldır olduğu gibi uluslararası hukukun görmezden gelinmesi yerine gerçekten uygulanması halinde dünyanın daha güvenli ve daha adaletli olacağına inanıyoruz. Özellikle son iki yılı aşkın süredir devam eden bu soykırım bağlamında bu durum daha da önem kazanıyor.

İlk anda bu şekilde bir çerçevede değerlendirilmek bize hem zorlama bir yorum gibi hem de şaşırtıcı geldi. Zorlama bir yorumdu çünkü Kanada’nın ulusal güvenliğini tehdit etmekle suçlanmamız, gerçek imkan ve etki kapasitemizle karşılaştırıldığında fazlasıyla abartılı duruyordu. Biz kendimizi, elindeki tek araç olarak dili kullanan ve kökleri derinlere uzanan bir apartheid düzeninin yanı sıra, 7 Ekim saldırısına sözde misilleme olarak Gazze’ye yöneltilen soykırım niteliğindeki saldırıların uzun süredir mağdur ettiği savunmasız Filistin halkı için adalet talep eden bağımsız akademisyenler olarak görüyoruz.

Ottawa'ya geliş amacımız ise, Kanada'nın İsrail ile kurduğu suç ortaklığını, silah ihracatı, diplomatik destek ve Soykırım Sözleşmesi'nin taraflara yüklediği soykırımı önleme ve cezalandırma yükümlülüğünü yerine getirmeyi reddetme maddesi bağlamında ortaya koyan "Kanada’nın Sorumluluğu konulu Filistin Mahkemesi"ni hayata geçirme konusunda cesur ve kararlı bir tavır alan Kanadalı dostlarımıza destek vermekti. Beklentimiz, Kanada'nın son haftalarda Filistin Devleti'ne verdiği -ancak çeşitli şartlara da bağladığı- desteğin ötesine geçmesiydi. Nitekim bu karar memnuniyetle karşılanmıştı. Kanada'nın, hem İsrail’in cezasızlığını hem de soykırıma başvurmuş bir hükümeti ödüllendirirken, defalarca mağdur edilmiş Filistin halkını daha da cezalandıran ve aşağılayan bir "barış sürecini" açıkça reddetmesini istiyorduk. Bu mesajı Gazze Mahkemesi'nde açık biçimde ortaya koymaya kararlıydık. Peki, bu nasıl oluyor da Kanada’nın ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak sunulabiliyor? Doğru yerden bakıldığında, böyle bir savunuculuğun Kanada'nın ulusal güvenliğini, uluslararası hukuku bir kenara itip bölgesel ve küresel istikrarı feda ederek korumaya çalışmakla ilgisi olmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. Aksine Gazze Mahkemesi girişimi ulusal güvenliği uluslararası hukukla uyumlu hale getirmeyi hedefliyor.

Taciz mi, güvenlik mi?

Toronto Havalimanı'ndaki bu süreçten oldukça yorgun çıktık. Pasaport kontrolündeki ilk görevli uzun süre bilgisayarına baktı, sonra daha kıdemli yetkililerle görüşmesi gerektiğini söyleyip bizi kenarda beklemeye gönderdi. O noktada, yaşadığımızın sıradan bir prosedürden çok daha fazlası olduğunu anlamaya başladık. Bir süre sonra görevli geri döndü ve bu kez etkinliğin lojistiğiyle ilgili sorular sordu. Konuşma için ücret alıyor muyduk, yol ve konaklama masraflarımız karşılanıyor muydu? Konferansın içeriği, tartışılacak başlıklar ya da tüm bunların Kanada’nın ulusal güvenliğiyle nasıl bir bağlantısı olduğu hakkında tek bir soru bile sormamaları bize son derece tuhaf geldi. Ardından sorgulamayı yürüten görevli, Kanada’ya girişimize izin verilip verilmeyeceğini öğrenmek için amiriyle görüşmesi gerektiğini söyledi.

Bu esnada Ottawa’ya giden aktarma uçağımızı çoktan kaçırmıştık ve görevli bizi 90 dakika beklettikten sonra yeni sorularla geri döndü. Ancak sorular hala tuhaf biçimde son derece soyut ve geneldi. Geniş bir kesimde antisemit olmakla suçlandığımın farkında mıydım? Herhangi bir şekilde Hamas’la bağlantımız var mıydı? Euro-Med İnsan Hakları Örgütü ile bir ilişkim var mıydı? Biz de son derece açık ve dürüst cevaplar verdik. Bu yanıtların ardından, en azından neden bir güvenlik tehdidi olarak görüldüğümüze dair bir tür delil oluşturmaya yönelik sorular yöneltilmesini bekliyorduk. Ancak böyle sorular hiç gündeme gelmedi. Görevli bir kez daha, bu kez sinir bozucu biçimde yaklaşık 30 dakika ortadan kayboldu ve geri döndüğünde Kanada’ya girişimizin serbest olduğunu söyledi, fakat bunun dışında hiçbir açıklama yapmadı.

Sonuç olarak, yaşadıklarımız baştan sona kafa karıştırıcı bir deneyimdi. Eğer ortada gerçekten ciddi bir güvenlik kaygısı olsaydı, bagajlarımızın -akıllı telefon ve dizüstü bilgisayar gibi cihazları da içine alacak şekilde- detaylı biçimde incelenmemesi nasıl açıklanabilir? Ya da en azından, belirli şekilde yanıtlandığında kişinin kendini suçlayabileceği yahut ele verebileceği türden ciddi soruların dahi hiç sorulmamasını nasıl yorumlamalı?

Bize yöneltilen sorular son derece soyut ve muğlaktı. Ne Gazze Mahkemesi'nin içeriğine ne de Kanada'nın ulusal güvenliğiyle olası bağlantılarına dair anlamlı bilgi toplamayı hedefliyordu. Olayı en makul şekilde yorumlamak gerekirse, yetkililerin bizi Gazze Mahkemesi'ne katılmaktan alıkoyarak, Filistin halkının temel hak mücadelesi bağlamında İsrail’in tutumunu eleştirenlere yönelik daha geniş bir yıldırma stratejisi izledikleri söylenebilir.

Üniversite geri çekilirken senatör devreye girdi

Uzun bir uçuştan sonra havalimanında maruz kaldığımız uzun sorgulamanın ardından, Gazze Mahkemesi’nin Ottawa Üniversitesi’ndeki ilk mekanının, idari yetkililerin aldığı iptal kararı nedeniyle artık kullanılamayacağını öğrendik. Bunun üzerine, Kanada'nın Filistin'de yaşananlara yaklaşımını açıkça eleştiren Senatör Yuan Pau Woo devreye girerek konferansa Senato binasında ev sahipliği yapılmasına karar verdi. Gözaltına alınmamızın, istemeden de olsa, CBSA’yı gerçek güvenlik tehditlerine odaklanmaya zorlayan bir etki yaratmasını umuyoruz. Öte yandan, bu "güvenlik" soruşturmasını, İsrail'in soykırım sorumluluğunu ve Kanada’nın bu süreçteki suç ortaklığını dile getiren akademisyenleri ve diğer isimleri taciz etmenin bir bahanesi olarak kullanmaktan vazgeçmelerini ümit ediyoruz.

Gazze Mahkemesi iki günlük programını tamamladı, planlandığı gibi ifade verdik. Etkinlik boyunca hukuki iddialara ilişkin UAD kararı olmaksızın soykırım ve insanlığa karşı suçların varlığının kabul edilip edilemeyeceği sorusunu tartışmak yerine, Kanada’nın kendi sorumluluklarına yoğunlaştık. Gözaltına alınmamız, Birleşmiş Milletler’in uzun vadeli çözüme ilişkin ABD çerçevesini benimsemesiyle daha da karmaşık hale gelen bu atmosfer içinde gerçekleşti.

CBSA’nın tüm bu yıldırma girişimleri bize, Filistin halkını savunmayı, soykırımı durdurmayı ve hesap sorulmasını talep etmeyi amaçlayan küresel sivil toplum hareketinin, faillerin ve onlara ortak olan hükümetlerin iç siyasi hayatı üzerinde kayda değer bir etkisi olduğunu gösterdi. Bu aktörler, kendilerine "düşmanca" gelen sesleri susturmak istiyor. Ancak tam da yaşanan bu gerilimler, gözdağı yöntemlerinin artık işe yaramadığını gösteriyor. Uluslararası hukuku ihlal eden ve güvenlik ile soykırımın önlenmesi alanlarını doğrudan etkileyen ulusal politikalarda, vicdan sahibi sivil toplumun yavaş ama istikrarlı bir biçimde etkisini artırdığını gördüğümüz için umutluyuz.

Yine de, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkına kavuşması açısından durum pek parlak değil. Ufukta gerçek bir umudun belirmesi ancak Filistinlilerin "Sumud" olarak ifade edilen direncinin sürmesi ve dünyanın dört bir yanındaki aktivistlerin, İsrail’in Filistin’den çekilmesi ve insani yardımların uluslararası düzeyde ulaştırılmasına müdahale etmemesi yönündeki yargı kararlarına uyup uymadığını takip eden dayanışma girişimlerinin devam etmesiyle mümkün görünüyor.

[Richard Falk, Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Onursal Profesörü ve BM İnsan Hakları Konseyi İşgal Altındaki Filistin Eski Özel Raportörüdür. Hilal Elver, BM eski Gıda Hakkı Özel Raportörü ve BM Dünya Gıda Güvenliği Komitesi’nin (CFS) Yüksek Düzeyli Uzmanlar Paneli (HLPE) üyesidir.]

*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.