

Daha fazlası için Instagram’dan takip edin
Romanlar, seyahat yazıları, reklam kampanyaları ve özellikle Hollywood sineması, Afrika’yı tarihsel gerçekliğinden kopuk imgelerle tanımlayarak kıtanın çok katmanlı yapısını yok sayıyor.
AA muhabiri, Jonathan T. Reynolds ve Erik Gilbert’in kapsamlı eseri Dünya Tarihinde Afrika (Africa in World History) adlı kitaptan hareketle Afrika’nın tarihsel gerçekliği ile dünyada yaygınlaşan algıları arasındaki farkı inceledi.
Çalışmada, Afrika’nın dışarıdan nasıl görüldüğünü belirleyen altı temel klişe analiz edilerek çağdaş medya ve popüler kültürün kıtayı nasıl yanlış temsil ettiği ortaya konuyor.
Reynolds ve Gilbert’e göre Afrika algısı, sömürge döneminde şekillenen ve zaman içinde güçlenerek modern kültürel ürünlerde yeniden üretilen uzun bir anlatılar zincirinin sonucu. Bugün hala filmlerden belgesellere, haber dilinden turizm broşürlerine kadar pek çok alanda karşılaşılan bu altı imge, Afrika’nın bütüncül bir şekilde anlaşılmasını engelleyen en güçlü stereotipler olarak öne çıkıyor.


“İlkel Afrika”
İlk imge, Afrika’nın tarih öncesine sıkışmış, gelişmemiş ve “değişmeyen” bir yer olduğu yönündeki “İlkel Afrika” klişesi. Bu bakışa göre Afrika, zamanın akmadığı, toplumsal gelişimin donduğu, insanların hala taş devrinde yaşadığı bir coğrafya. Bu temsil biçiminin özellikle sömürge döneminde “medenileştirme misyonu” söylemini meşrulaştırmak için bilinçli biçimde üretildiği ifade ediliyor.

“Vahşi ve Tehlikeli Afrika”
İkinci önemli klişe, Afrika’nın tehlikelerle dolu, “orak ormanlar ve saldırgan kabilelerin diyarı” şeklinde sunulması. “Vahşi ve Tehlikeli Afrika” imgesi, hem kolonyal keşif anlatılarında hem de günümüz medya içeriklerinde güçlü şekilde yer alıyor. Salgın hastalıklar, vahşi hayvanlar ve çatışmalar üzerinden kurulan bu çerçeve, Afrika’daki modern kent yaşamını, bölgesel barış çabalarını ve toplumsal düzeni görünmez kılıyor.

“Egzotik Afrika”
Batılı seyahat yazıları ve turizm endüstrisinin ürettiği “Egzotik Afrika” imgesinin kıtayı sürekli dans, ritüel, renkli kıyafetler ve “gizemli geleneklerle” ilişkilendirdiğini vurguluyor. Bu temsil modern kültürel üretimi, sanat ekosistemlerini, edebiyatı ve kent kültürünü arka plana itiyor. Bu algının Afrika’yı yaşayan bir coğrafya olmaktan çıkarıp “seyirlik bir kültürel sahneye” dönüştürdüğü belirtiliyor.

“Bozulmamış Afrika”
Dördüncü imge olarak tanımlanan “Bozulmamış Afrika”, kıtayı insan elinin dokunmadığı doğal bir cennet, romantize edilmiş bir “saflık alanı” olarak idealize ediyor. Bu imgenin çoğu zaman yoksulluk, altyapı eksiklikleri ve sosyal sorunları bile “doğal sadelik” içinde erittiği, böylece Afrika’nın modernleşme taleplerini ve gerçek ihtiyaçlarını görünmez kıldığı belirtiliyor.

“Ütopik Afrika”
Afrika’nın bir başka temsili de kıtayı çatışmadan uzak, eşitlikçi ve tamamen dış etkilerin bozulmamış olduğu bir toplumsal düzen gibi gösteren “Ütopik Afrika” yaklaşımı. Bu imge, Afrika toplumlarının kendi iç dinamiklerini, siyasi çekişmelerini ve dönüşüm süreçlerini gölgede bırakarak tekil ve gerçeklikten uzak bir tablo çiziyor.

“Parçalanmış Afrika”
Kitapta son olarak ele alınan imge, Afrika’yı sürekli darbe, açlık, salgın ve iç savaşlarla anılan “kriz coğrafyası” olarak sunan “Parçalanmış Afrika” algısı. Bu temsilin günümüz haber akışında hala baskın olduğu, bunun da kıtanın başarı hikayelerini, ekonomik büyüme örneklerini ve bölgesel iş birliği girişimlerini görünmez hale getirdiğini ifade ediliyor.
Popüler kültür klişeleri nasıl güçlendi?
Bu altı imgenin kalıcılığında sinema ve medya endüstrisinin payı büyük. Özellikle Hollywood yapımları, Afrika’yı savaşın, şiddetin, vahşi doğanın veya “beyaz kurtarıcı” hikayelerinin fonu olarak sunarak tek taraflı bir algıyı pekiştiriyor. Belgesellerdeki seçilmiş görüntüler, turizm kampanyalarındaki romantik Afrika tasvirleri ve sosyal medyada dolaşan stereotip görseller, kıtanın çok katmanlı yapısını dar bir çerçeveye mahkum ediyor.
20. yüzyılın başından itibaren çekilen Tarzan filmleri, Afrika’yı “medenileştirilmesi gereken”, ilkel kabilelerin ve tehlikeli ormanların hâkim olduğu bir mekan olarak kurgularken, kıtayı beyaz bir kahramanın etrafında şekillenen egzotik bir serüven sahnesine dönüştürdü.

Güney Afrika yapımı olup küresel ölçekte popülerlik kazanan The Gods Must Be Crazy (Tanrı Çıldırmış Olmalı) ise Afrikalıları “çocuksu, saf ve dünyadan habersiz” bir topluluk gibi göstererek kültürel indirgemeciliğin en bilinen örneklerinden biri haline geldi. Eleştirmenler, filmin mizahi tonunun ardında sömürgeci bakışı normalleştiren güçlü bir temsil biçiminin bulunduğunu belirtiyor.
Afrika’yı kim anlatıyor, nasıl anlatıyor?
Reynolds ve Gilbert’in çalışması, Afrika’nın dünya sahnesindeki imajının gerçeklikten çok klişeler üzerinden inşa edildiğini gösteriyor. Kıtaya ilişkin kalıcı klişelerin aşılması için yalnızca sinema ve medya anlatılarının değişmesi değil, aynı zamanda Afrika’ya dair haber üretiminde çok kaynaklı, yerel sesleri merkeze alan ve tarihsel derinliği gözeten bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiği vurgulanıyor.
Afrika’nın hızla büyüyen şehirleri, güçlenen eğitim kurumları, genç nüfusun teknoloji üretimi, yaratıcı endüstrilerdeki yükseliş ve diaspora ağlarının etkisi, kıtanın yalnızca krizlerle anılan bir coğrafya olmadığını net biçimde ortaya koyuyor. Uzmanlara göre Afrika’nın kendi hikayesini daha güçlü anlatabildiği her platform, küresel kamuoyunun kıtaya dair yerleşik klişelerini kırma yolunda kritik bir adım niteliği taşıyor.