Analiz

Suriye'de rejimin sinsi planı: Demografik dönüşüm

Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri'nin sinsi bir planı var. İktidardaki dar zümre, ülkenin demografik yapısını zorla değiştirebilmek için yerlerinden edilmiş herkesi 'sürekli mülteciler' haline getirmeyi planlıyor

Dr. Can Kasapoğlu  | 20.09.2018 - Güncelleme : 21.09.2018
Suriye'de rejimin sinsi planı: Demografik dönüşüm

İSTANBUL - CAN KASAPOĞLU

Başlarken şu noktayı açıklığa kavuşturalım: Baas rejimi ve sahada onun askeri ajandasını yürüten Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, İdlib'i, aralarında terör örgütlerinin de olduğu devlet dışı aktörlerden temizleme maksadı taşıyan bir savaşa falan hazırlanmıyor. Var olduğunu varsaysak dahi bu hedef, şehrin Sünni sakinlerini sistematik şiddet eylemleriyle kovma ve bölgede etno-mezhepsel temizlik icra etme esas hedefinin yanında ancak ikincil kalıyor.

Bu mahut kavram -depopülasyon; bir bölgedeki nüfusu zorla yerlerinden etme- rejimin operasyonel ve stratejik hesaplarından kaynaklanıyor.

Operasyonel düzeyde, rejim kendi personel eksikliklerini telafi etme mücadelesi veriyor. Askeri bilimlerdeki istatistiki çalışmalar, düşük yoğunluklu çatışma ortamlarında icra edilen istikrarı tesise yönelik operasyonların, asgari düzeyde, 1,000 mukim kişi başına 20 askeri personel gerektirdiğini gösteriyor. Dolayısıyla, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin İdlib'i kati bir surette kontrol altına alabilmek için yaklaşık 60 bin askeri personele ihtiyacı olacaktır. Oysa Baas rejiminin bu büyüklükte bir askeri birliği sürekli tahsis etme lüksü bulunmuyor. Esed'in askeri insan kaynağı, kağıt üzerinde 100 bin civarında olmasına rağmen, gerçekçi olarak rejimin elinde taarruzi harekatlar için kullanabileceği, 20 bin kadar olduğu tahmin edilen, elit ve güvenilir asker var. Ayrıca, elit birliklerini başkentten ve diğer çok önemli merkezlerden yüzlerce kilometre uzakta uzun süreler boyunca konuşlandırması da mümkün değil. İşte bu yüzden Esed, İran tarafından beslenen Şii milislere, Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri’ne ve Lübnan Hizbullahı'na da muhtaç; bu unsurlar fazladan 30 bin kişilik bir savaş gücü anlamına geliyor.

Stratejik düzeyde ise rejimin daha sinsi bir planı var. Aralarında Suriye Arap Hava Kuvvetleri İstihbaratının başında olan General Cemil Hassan'ın da olduğu bazı üst düzey Suriyeli generallerin işaretlerini verdiği gibi, iktidardaki dar zümre, ülkenin demografik yapısını zorla değiştirebilmek için yerlerinden edilmiş herkesi ‘sürekli mülteciler’ haline getirmeyi planlıyor.

Birleşmiş Milletler terminolojisiyle söyleyecek olursak, böyle bir operasyonel konsept, insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde değerlendiriliyor. Şu an Suriye yaşanan şey, özü itibariyle, budur.

Sorunlu komuta yapısı

Açık kaynaklı istihbarat verilerine göre Suriye Arap Kara Kuvvetleri’nin çok sayıda muharebeye girip çıkarak tecrübe kazanmış elit unsurları, İdlib ve mücavir bölgelerde taarruz düzenine geçmiş halde bulunuyorlar. Cumhuriyet Muhafızları, Kaplan Kuvvetleri ve 4. Zırhlı Tümen gibi birliklerden oluşan bu rejim muhafız güçleri, Baas rejiminin dayandığı siyasi temellerle uyum içinde, mezhepçi bir tarzda örgütlenmiştir.

Birkaç isim verecek olursak; Gen. Süheyl Hassan, Gen. Talal Mahluf, Gen. Evs Aslan ve Gen. Mahir Esed gibi önde gelen birlik komutanlarının çoğu, ayrım gözetmeksizin kuvvet kullanımından, varil bombalarına ve kimyasal silah kullanımına kadar sistematik suçlar işleme konusunda kabarık sicillere sahip. Böylesine sorunlu bir askeri komuta yapısı, hem Suriye halkına hem de bölgeye dönük önemli riskleri de beraberinde getirecektir.

Ayrıca, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, kendisini destekleyen çeşitli paramiliter gruplarla birlikte ilerliyor. Bu eşkıya profilli yardımcı unsurlar, düzenli bir askeri birliğin aksine, katı angajman kurallarıyla tam olarak kontrol altında tutulamazlar. Suriye'nin birçok köşesinde, bu mezhepçi paramiliter güçlerin yaptıklarını tarif etmede kullanılabilecek en uygun tabir, etno-mezhepsel temizliktir; bu grupların faaliyetlerini salt askeri harekat olarak tanımlamak teknik açıdan mümkün değil.

Neticede, Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya akın akın gitmesi problemi, esas olarak Suriye Arap Silahlı Kuvvetlerinin hedef ayrımı yapmaksızın sistematik şiddet içeren askeri operasyonlarından kaynaklanıyor. İdlib sadece bu operasyonların gerçek yüzünü ortaya koyan bir örnek. Özetle, Baas rejiminin ülkede zor kullanarak kendi işine gelecek bir demografik yapı inşa etme niyetlerine engel olunmazsa, açık konuşalım, Suriyeli mülteciler ülkelerine asla geri dönemeyeceklerdir.

Geçmişin hayaletleri

İdlib'deki mevcut durum geçmişin bir kalıntısı olduğu kadar geleceğin de belirleyicisi.

Trump yönetimi, daha görevi yeni üstlendiğinde, altı oyulmuş ve kötü yönetilmekte olan bir Suriye dosyası bulmuştu. Trump'ın selefi olan Obama, dış politikasını ve güvenlik stratejisini Bush döneminden kalan mirası tamamıyla değiştirmek anlayışı üzerine inşa etti. Bunu yapabilmek için Obama yönetimi, temel güvenlik meselelerini belirleyen neo-con Cumhuriyetçi politikaları tersine çevirmeyi tercih etti. 2013 yılı bu açıdan tarihi bir dönüm noktası, kimyasal silahların kullanımını yasaklayan son derece gerekli bir uluslararası normun belki de çöküşüne sebebiyet vermiş olabilecek bir kilometre taşı oldu. O sene Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, Guta'da 1,500'den fazla insanın ölümüne sebep olan kimyasal saldırıyı gerçekleştirdi. Sonuç olarak Başkan Obama'nın gündemi diğer bir Baas rejimi, bir kitle imha silahları dosyası ve Ortadoğu'da yeni askeri müdahale ihtimalleri gibi konularla dolu idi. Sadece Suriye halkını değil, silahlı çatışmanın küresel normlarını da kurtarmak için 'peki şimdi ne yapmalıyız' diye sormak yerine Obama yönetimi kendisine 'acaba Bush yönetimi nasıl davranırdı’ sorusunu sorup bunun tam da aksini yapmışa benziyor.

Isaac Asimov'un 1980 tarihli, meşhur "Bir Cehalet Kültü" başlıklı makalesine benzer şekilde, Washington, 2013 senesinde, bir idealist iyimserlik kültüne tanıklık etti (kimisi buna 'naif’ veya 'gerçekçilikten uzak' da diyebilir); bu kült, şartlar ne olursa olsun çok ciddi güvenlik meselelerinde askeri olmayan çözümleri öne çıkarma konusunda bir saplantı -bir tercih değil- ile birlikte kendini gösterdi.

2012 yılında, yani 2013'teki Guta saldırılarından önce, Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Cihad Makdisi, rejimin kendi halkına karşı kimyasal veya biyolojik silahlar kullanmayacağını vurgulamıştı. Nitekim, bu beyanat Şam'ın elinin altında nükleer olmayan Kitle İmha Silahları envanterinin varlığını ortaya koyan ilk net itiraf olma özelliği de taşıyor idi. Konuyla ilgili bilhassa hatırlanan, Başkan Obama'nın, daha iç savaşın başlarında, bu terör silahlarının kullanımına yönelik bir kırmızı çizgi çekmiş olması. Bu kırmızı çizgi hiçbir karşılık bulmadan ihlal edildiğinde, ABD Silahlı Kuvvetleri harekete geçmeye hazırlanıyordu. Fakat Rusya, aracı olarak devreye girerek Washington'ı, Suriye'nin kimyasal silahlardan arındırılması karşılığında, yaptığı askeri yığınağı durdurmaya ikna etmesiyle Esed'i kurtarmış oldu.

Bu kritik noktada, bazı uzmanlar ABD yönetimini böyle bir 'yumuşak ve naif’ yaklaşımın getirebileceği ciddi dezavantajlar konusunda uyardı. Ancak, iyimserlik semalarında kanat çırpılan o günlerde, oksimoron kavramına klasik bir örnek teşkil edecek şekilde, neredeyse tüm uluslararası bilimsel toplantılarda dahi 'liberal bir baskı' hakimdi. Açıkçası, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanımının cezalandırılmaması, Bush dönemi mirasının geriye döndürülmesinin artık bir dış politika tercihi olmadığını, fakat analitik patolojiler doğuran bir saplantı haline geldiğini ortaya koymuş oldu. Çarpıcı biçimde, Obama başkanlığı devretmeden önce, ABD istihbarat çevreleri Suriye rejiminin silahsızlanma planını ihlal ettiği neticesine çoktan varmış bulunuyordu.

Daha sonra 2017'de Han Şeyhun'da gerçekleştirilen kimyasal saldırı ve sonrasındaki gelişmeler, görevdeki ABD yönetimini, uluslararası müttefikleriyle birlikte askeri bir müdahaleye artık mecbur bıraktı. Fakat çok geç kalınmıştı. Bir başka deyişle, 2013'te yaşananlar sadece Suriye'nin kimyasal silah envanterini bertaraf etme konusunda başarısız olmakla kalmadı, aynı zamanda Suriye rejimine, böyle suçların yanına kâr kalacağını da göstermiş oldu.

Türkiye'nin karşılık verme kapasitesi var

İdlib'deki mevcut sıkıntılı meseleye dönecek olursak; 'Pandora'nın kutusunu açmanın', sadece insani bir felaketin daha berbat bir hale sokulması anlamına gelmeyebileceği vurgulanmalı.

Avrupa'yı mülteci akınından koruyan ve halihazırda sayıları yaklaşık 4 milyonu bulan mülteciye yıllardır ev sahipliği yapan Türkiye, yeni bir kitlesel göç dalgasını kaldıramaz. Kontrolsüz bırakılırsa, Baas rejiminin İdlib'de gerçekleştirdiği acımasız saldırılar bölgesel bir çatışmaya sebep olabilir. Bu açıdan, yaşanma ihtimali bulunan iki kritik gelişme, Türkiye'den çok güçlü bir tepki alabilecektir.

İlk olarak, kimyasal saldırı durumunda sınır aşan bir kontaminasyon tehlikesi bulunuyor. Nüfusu göçe zorlama ve İdlib'i, altyapısını tamamen tahrip etmeden ele geçirme yolunu tutması durumunda rejim, bir kez daha kimyasal yeteneklerine başvurabilir. Esed'in askeri planlamacıları da, muharip insan kaynağı alanındaki dezavantajlarını kapatmak için kimyasal silah kullanmayı düşünebilir. Hava koşulları ve tercih edilecek kimyasal harp ajanına bağlı olarak, Türkiye toprakları veya Türkiye'nin ileri konuşlandırılmış askeri birlikleri İdlib'de yaşanacak bir kontaminasyondan etkilenebilir. İç savaş boyunca, Suriye’nin balistik füzeler ve hava savunma füzeleri gibi çeşitli konvansiyonel silahları Türkiye'ye birkaç kez düştü. Fakat, kitle imha silahlarının Türkiye'nin yanı başında kullanılması, çok tehlikeli bir eşiğin aşılması anlamına gelecektir. Böylesine tehlikeli bir hamle, büyük ihtimalle Ankara'yı, Baas rejiminin stratejik varlıklarını vurmak veya doğrudan İdlib harekatının operasyonel komuta merkezlerini hedef almak gibi çok büyük bir tepki vermeye zorlayacaktır.

İkincisi, Türkiye'nin İdlib'deki ileri-konuşlu askeri unsurları provokasyonlara maruz kalabilir. Halihazırda, 12 Türk karakolu, Astana çatışmasızlık anlaşması dâhilinde, İdlib vilayetini güneybatı-kuzeydoğu aksında çevreliyor. Suriye Arap Hava Kuvvetlerinin, (büyük ölçüde el yapımı olan varil bombaları gibi) güdümsüz mühimmatlarla ayrım gözetmeksizin yaptığı bombardımanlar Türk zayiatına da yol açabilir. Aynı şekilde Türkiye'nin gözlem unsurlarına, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri ile birlikte ilerleyen paramiliter güçler tarafından saldırılabilir. Her iki senaryoda da Türk yönetimi tepkisini güçlü biçimde, askeri olarak verecektir. Nitekim, bu yazının kaleme alındığı sıralarda, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) söz konusu gözlem unsurlarını ve sınır birliklerini zırhlı araçlar ve ağır silahlarla tahkim etmiş bulunuyordu.

Daha da önemlisi, çatışmasızlık kontrol merkezlerine Baas rejimi tarafından saldırılacak olursa, bu, Rusya'nın Suriye'deki siyasi çabalarıyla birlikte Astana müzakerelerini de tamamen bir çıkmaza sokacaktır.

Yeni 2013 dönüm noktası önümüzde duruyor

Şu anda Suriye'de yeni bir 2013 anına şahit oluyoruz. Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, planlarını herhangi bir müdahaleyle karşılaşmadan uygulamasına izin verilirse, Suriye'nin demografik yapısını değiştirmenin eşiğinde bulunuyor. Neticede ortaya çıkacak mülteci dalgası yüzbinlerce insanı Türkiye'ye itecek, bu gelişme bölgedeki terörist hücreler için bir taşıyıcı vazifesi de görecektir.

Uluslararası toplum ya durup izleyecek ya da harekete geçerek bu konuda birşey yapacak; Baas savaş makinesini durdurabilecek birşey... Suriye halkını mezhepçi, Soğuk Savaş artığı bir rejimden koruyacak birşey; ve daha da önemlisi, silahlı çatışmaları yasal ve insani normlarla sınırlandırarak insanlığın kazanımlarını muhafaza edecek birşey…

Mütercim: Ömer Çolakoğlu

[Yazar, İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politikalar Araştırma Merkezi (EDAM)'da savunma analistidir] 

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.