Dolar
32.33
Euro
34.88
Altın
2,220.51
ETH/USDT
3,557.90
BTC/USDT
70,540.00
BIST 100
9,079.97
Kültür, Röportaj

Bülent Ortaçgil: Müzik piyasası benden bir tane daha 'Benimle Oynar mısın?' yapmamı bekledi

Gitarist, besteci ve yorumcu Ortaçgil "Ben ürettiğim şeylerde tekrar olmamasına gayret ediyorum birazcık. Yoksa bütün müzik piyasası benden bir tane daha 'Benimle Oynar mısın?' yapmamı istedi. Aynısını yapsam tekrarlamış olacaktım kendimi" dedi.

Dilek Dallıağ  | 23.12.2020 - Güncelleme : 27.12.2020
Bülent Ortaçgil: Müzik piyasası benden bir tane daha 'Benimle Oynar mısın?' yapmamı bekledi

İstanbul

50 yıla yaklaşan müzik hayatına "Benimle Oynar mısın?", "Bu Su Hiç Durmaz", "Sensiz Olmaz", "Eylül Akşamı"nın da aralarında olduğu çok sayıda eser sığdıran gitarist, besteci ve yorumcu Bülent Ortaçgil, sessiz, sakin, doğanın içinde bulunan ve uzun yıllardır eşiyle beraber yaşadığı Bozburun’daki evinden, telekonferans yöntemiyle, yaklaşık yarım asır süren ve dolu dolu geçen müzik yolculuğuyla özel hayatına dair tüm merak edilenleri, AA muhabirine anlattı.


Hoş geldiniz Bülent bey, İstanbul’dan Bozburun’a merhaba. Nasılsınız?

Merhaba. Bozburun'a merhaba, doğru. İyiyiz.

Uzun yıllardır yazları orada yaşıyorsunuz, biliyoruz. Neler yapıyorsunuz?

Evet yazın normal programımızda burada kalırız. Kasım başı İstanbul’a döneriz. Malum pandemi sorunlarından dolayı İstanbul’a dönmek istemedik. Burada biraz daha rahatız. Açıklıkta yürüyebiliyoruz. Daha emin bir yer burası. Bir takım dezavantajları var tabii. Emniyetli olmasına rağmen bir sorun olduğu zaman sağlık hizmetlerine biraz uzaksınız. O nedenle sorunsuz bir hayat sürerseniz eğer mesele yok.

Siz zaten minimal, daha sakin, insanlardan da biraz uzakta bir hayat sürüyorsunuz bildiğimiz kadarıyla?

Evet, kışın burada kimse yok denebilir. Eşim var sadece yanımda. Burası aşağı yukarı bin 500 kişisi olan bir köy."

Yıldızları izlemek istediğinizden dolayı evinizin, taraçanızın çatısının yarısını eşiniz kapattırmış, siz de yarısını açık bıraktırmışsınız doğru mu?

Doğru, ama bu süreç çok uzun sürdü. İlk yıllarda ben çok itiraz ettim üstünü kapatmam diye. Ancak, buradaki doğa bizim şehirde yaşadığımız doğa gibi değil. Güneş bütün ahşap doğramalarımızı 3-5 yıl içinde çürüttü. Hepsi heba oldu. Ya plastik yapacaksınız ya üstünü örteceksiniz. O zaman giderek üstünü örtmeye razı oldum. Ama bu en az 5 yılımı aldı. Kabul etmedim ki gökyüzünü göreyim diye. Şimdi her iki tarafında da üstü açılır kapanır tente var. Öyle ancak uzlaştık.

Doğa ile entegre olarak yaşamak da zor. Karşılığında birtakım şeyler istiyor değil mi?

Yani evet. Çünkü şehirde bambaşka bir hayat sürüyoruz. Her şey bize geliyor, her şey elimizin altında. Aslında o konforu yaşadığınız zaman ne anlama geldiğini iyi anlıyorsunuz. Burada suyunuzun akması, elektriğinizin olmasının bile bir nimet olduğunu ya da nasıl bir uğraş sonucu size geldiğini anlıyorsunuz. Ama şehirde hiç anlaşılmıyor böyle şeyler. Şehirde açıyorsunuz elektrik var, kalorifer var ısınıyorsunuz. Yemeğe erişmek, hayat çok kolay. Burada insan her şeyin daha fazla emek istediğini, sizin de bu işe katılmak zorunda olduğunuzu hissediyor.

"Burada hayatı sürdürebilmek için bir şekilde emek vermek zorundasınız"

Bu, gençlik yıllarında insan için daha kolay bir durum olmalı. İnsan yaş ilerledikçe sağlığı açısından daha bir konformist mi olmak istiyor acaba?

Tabii ki doğru. Gençken çadırda da yatıyorsunuz, uyumadan 2 gün de dolaşıyorsunuz ama yaş ilerledikçe bu sefer o alışkanlıklar talep edilmeye başlanıyor. Hayat dediğiniz kendi yatağınız, düzenli bir hayat, yemeğinin, içeceğinin olması gibi bir hale dönüşüyor tabii. Onun işte buralarda nasıl bir çaba olduğunu iyi anlıyorsunuz. Şehirde anlaşılmıyor. Beni ilgilendiren tarafı o. Burada hayatı sürdürebilmek için bir şekilde emek vermek zorundasınız.

Yine de her halükarda kıskanılası bir durumdasınız…

Vallahi bir sürü insan onu diyor. Doğru. Kıskanılası bir durumda mıyım? Evet. Ama söylediğim gibi her şeyin avantajı ve dezavantajı var. Nereden ve ne zaman baktığınıza bağlı. Şu anda avantajlı gibi görünüyor. Çünkü burada hem daha emniyetli bir yerdeyim hem havası güzel, yürüyebiliyoruz, etrafımızda alan geniş. Öyle avantajları var doğrusunu isterseniz. Ama çok sosyal, arkadaş arayan ve insan görmek isteyen bir insan için o kadar cazip olmadığını söyleyeyim.

Ben bu röportajı gerçekleştirebildiğimiz için çok heyecanlıyım. Yıllardır sizi takip eden biri olarak ergenlik yıllarımda başlayan "Bu İş Çok Zor Yonca" şarkınızdan, sizinle telefonda da konuştuğumuzdaki gibi "Ayrıntılar", "Çoktular Ama Hiç Yoktular" şarkılarınızdaki kafaya gelmek süreci benim için sizin varlığınızın ve değerinizin kronolojik olarak ortaya çıkışıydı. Çok teşekkürler.

Biraz zor oldu ama oldu. Teşekkür ederim, sağ olasın. Böyle hayırlı dinleyicilerimiz fazla olmuyor genelde. Çünkü müzikal dinleyici grupları sürekli yenilik talep eden gruplar aslında. Popüler olmak da popüler müzik de öyle bir şey. İnsanlar istiyor ki sürekli bir şey yayınla, bir şey çıkar ortaya. Biz de onları dinleyelim, bir hafta sonra başka bir şey talep edelim. Sen başka bir şey yap onları dinleyelim. Bu popüler dünyanın talebi her zaman ama ben yapamıyorum tabii onu. O nedenle biraz aralıklı çalışmalar yayınlanıyor ya da 10 yıl sonra bir şey yayınlıyorum. Dolayısıyla o dünyanın içindeki talepleri pek karşılamıyorum denebilir.

Siz karakter olarak popüler bir kimlik olmayı çok tercih etmeyen bir insansınız. Lakin popülizmin içindeki bir dünyaya da girdiniz. Çünkü sanatçıların sizin şarkılarınızı okuması, albümlerde buluşmanız ister istemez popüler dünyanın bir tarafından sizi de içine aldı, değil mi?

Tabii ki, aynen öyle. Yani şarkılarınızı başkaları söylemek istiyor, bunun telifleri doğuyor. Bir yerlere üye oluyorsunuz. Konserlerde çalıyorsunuz, orada burada. Bir grupla çalmak zorundasınız. Bir menajerlikle temsil edilmek zorundasınız. Bunların içinde hep insanlarla temas, para vs... gibi şeyler de oluyor. Dolayısıyla kaçış yok öyle kolay kolay hiçbir şeyden.

Selanik ve Arnavut göçmeni bir aileden mi geliyorsunuz?

Evet. Anne ve babanın anne ve babası Selanik'ten gelme. Anne tarafından dedem Arnavutluk'tan. Arnavut değil de İşkodra doğumlu. Sülale oralardan gelme. Balkan savaşında gelmiş, sonra Ankara'ya yerleşmişler. Babam ve annem Ankara doğumlu. Ben de Ankara'da doğdum. Ama 9 yaşından sonra Ankara'dan çıktık. Babam bir dönem askeri hekimdi. Dolayısıyla Amerika'ya ve İstanbul'a bizi de götürdü. İlkokul 3. sınıfa orada gittim. Kardeşim de birinci sınıfa orada başladı. Amerika'da 1 yıl kadar okuduk ve döndük. Babam kardiyoloji ihtisası için gitmişti. O tamamlanmadan döndü. Asker olduğu için çağırdılar herhalde ve İstanbul’a döndük, Ankara’ya değil.

"Bütün gitar eğitimim Beatles şarkılarıyla başlamıştır diyebilirim"

İflah olmaz Beatles hayranlığınız Amerika'da mı başladı acaba?

Yok. Amerika'dayken Beatles falan yoktu ama Elvis Presley vardı. Amerika'da ilk defa televizyon seyrettik çocukken. Ben 1959 yılında Amerika'daydım ve Beatles’ın dünyada şöhreti yoktu daha ya da bilmiyorum İngiltere’de varsa da enternasyonal değildi.

Gerçekten Beatles’ın 600 şarkısının 580 tanesini ezbere bilip çalabiliyor musunuz?

O zamanlar çalardım doğru. Yani gitar çalmaya başladığımız zaman, 1960’lı yılların ortaları, Beatles'ın çok popüler olduğu dönem. Kitap notaları falan dolaşırdı. Biz de bütün yayınlarını dinlerdik. Bizim onlarla ilgili şansımız, onlar bizden herhalde bir 5-6 yaş daha büyük bir neslin çocukları ama o ara dünyada bütün iletişim araçları yavaş yavaş gelişmeye başlıyor ve yayınladıkları her şeyi alıyor, buluyor, dinliyoruz. Dolayısıyla bütün o külliyatı biliyorum. Ne yayınladılarsa, çok gizli kapaklı olmamak şartıyla biliyordum. Bazı şeyler vardır, bilmem ne stüdyosunda kaydedip, beğenmemiş ve yayınlamamışlardır, onları bilmem. Ama yayınlanmış bütün eserlerini bilirim. 3-5 tanesini sevmem o yüzden çalmam. Bir de tek başına çalınası şeyler değildir ama bütün gitar eğitimim Beatles şarkılarıyla başlamıştır diyebilirim.

Bugünkü Kadıköy Anadolu Lisesi olan Kadıköy Maarif Koleji’nden mezunsunuz. Lise döneminiz renkli ve ilginç geçmiş. Okul arkadaşınız Mazhar Alanson ile gitar çalmışsınız. Milliyet’in düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışmasına 15 yaşında İngilizce ilk besteniz "Second Time Around" ile katılmışsınız. Yarışmada da jüri üyesi Şerif Yüzbaşıoğlu tarafından hiç beğenilmemiş parçanız öyle mi?

Evet, doğru. Yani biz o zamanlar müziğe büyük bir aşk ile bağlıydık. Tek uğraşımızdı. Hobinin biraz daha üzerinde bir uğraştı bu. Çok sevmiştik. Gitar çalmayı öğreniyorduk. Mazhar okula geldi. Dönemdaşız onunla. Onun başka, bizim başka bir grubumuz vardı. Hafiften yarıştırırdık müziğimizi, ne oluyor, bitiyor diye. Okuldaşım, iyi tanırım Mazhar’ı, çok da severim.

Okulunuzda okuyan, dönemdaşınız olan başka önemli isimler de var. Mühendis, yazar Prof. Orhan Kural ve tiyatro yönetmeni, oyuncu, eğitmen Mehmet Birkiye de oradan mezun olmuş.

Evet bütün bunlar doğru tabii ki. O zaman Maarif Koleji 300 kişilik bir okuldu. Okula 1961'de girdim, 1968'de bitirdim. Bir yıl üniversiteye giremedim, kazanamadım doğru dürüst bir yer. Sonra üniversiteye girdim.

O dönemde yavaş yavaş okulda okuyan insanlar arttı. Kızlar geldi, biz lise birinci sınıftayken. İlk yıllarda herkes yatılıydı, sonra gündüzcü de olunmaya başlandı. Böylelikle okul değişti. Şu anda tabii okulun bizim okuduğumuz Maarif Kolejiyle en ufak bir ilgisi yok. Sadece yeri aynı. Yapıları bile değişik. Bizim okuduğumuz ahşap bir binaydı. Anladığım kadarıyla okul 2 – 3 bin kişilik bir okul oldu. Arada Talaş Kebabı günlerinde gitmişliğim vardır. Okulumu çok severim. Güzel anılar geçti doğrusunu isterseniz.

O dönemlerde atletizm ve tiyatroyla da uğraşıyormuşsunuz. Hatta müzikteki başarısızlık durumu, tiyatroda size ödül getirmiş. Turgut Özakman'ın "Güneşte On Kişi" oyunuyla "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülünü siz alırken, Rutkay Aziz de "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü almış. Tiyatroya devam etmeyi düşünmediniz mi?

Evet, doğru. Düşündüm tabii. Lise yıllarında tiyatroda oynadığım oyun repertuvarı 2 tanedir. Biri İngilizce. Biri de bu, Güneşte On Kişi. Başka bir şey de oynamadım zaten. Güneşte On Kişi'de En İyi Yardımcı Oyuncu ödülünü aldım. Orada Rutkay, En İyi Oyuncu ödülünü almıştı. Mehmet Birkiye sınıf arkadaşımdı. O, tiyatroya daha sonra Kenterler'de devam etti. Profesör oldu, sıkı bir tiyatrocu oldu. Aramızda hala tiyatro yapan ve bizim oyunda oynayan, Tarık Günersel olabilir. Belki de bizden küçüktü. Şu anda tiyatroyla ve başka şeylerle uğraştığını biliyorum ama ne kadar tiyatronun içinde bilmiyorum. Ama Mehmet (tiyatronun) içinde. Bir de Sabri Özaydın vardı. O da profesör oldu. Sanatla ve tiyatroyla uğraşan arkadaşlarımız vardı.

Ben tiyatroyla uğraşmayı düşündüm, çok sevdim. Özellikle kulis, seyirciyle birebir karşı karşıya olmanız, o andaki heyecan, bir başka insana bürünmeniz, onu yapabilme beceriniz filan çok cazip geldi. Ancak kendimi tarttığım zaman tiyatroya o kadar yeteneğimin olmadığını yani belirli tip oyunları, rolleri oynayabileceğimi fark ettim. Güneşte On Kişi'de, alkolik, sarhoş bir babayı oynuyordum. Onu oynayabildim, doğru. Ama tiyatroculuğun o olmadığını, hafiften böyle altında şizofrenik bir yapısı olduğunu ve sizi rolden role, insandan insana bambaşka karakterlere büründürebilme yeteneği olduğunu da fark etmeye başladığım zaman, bende o yeteneğin olmadığını düşündüm ve vazgeçtim. O zaman müziğe yöneldim, müzikte kendimden daha fazla emindim ve daha yetenekli olduğumun farkındaydım.

Lise dönemlerinizde, Damlalar, Filozoflar gibi gruplar kurarak müziğe devam ettiniz öyle mi?

Yani lise döneminde bir grup kurduk. Okul dışında değil, okul çerçevesinde çaldık. Milliyet yarışması oldu. Ondan önce de ders dışındaki hobimiz, biraz spor, biraz müzikti. Başka da bir hobimiz yoktu açıkçası.

Attila İlhan şiiri ‘Suna Su’ ile ilk bestenizi, sonra dünya şiir antolojisinden bir Çin şiiriyle beste yapmışsınız. Attila İlhan, Nazım Hikmet, Can Yücel, Edip Cansever şiirlerinin yanı sıra ciddi bir edebiyat okuruymuşsunuz. Varoluşçu edebiyat, Dostoyevskiler ve türevlerindeki edebiyat ile felsefe akımları sizin müzik yolculuğunuzu da şekillendiren bir durum olmuş galiba?

Tabii ki. Lisede bize verilen, öğretmenlerimizden öğrendiğimiz şeylerin çoğu, mesela kitap okumak, rutin yaptığımız, artık vazgeçilmez bir şeydi. Çoğu arkadaşım kitap, şiir okur, film izlerdi. Ben de onlardan bir tanesiydim. Dolayısıyla şiiri de Türk yazarları da okudum ve onlardan etkilenmeye başladım. Şarkı yapmaya başladığım zaman o kadar Türkçe örnek yoktu buralarda. Yani bir tek Alpay şarkı yapmıştı. O da İspanyolca şarkı söylüyordu. Ona göre kendimizi ayarlayabileceğimiz pek örnek yok elimizde. Türk popüler müziğinde yavaş yavaş Anadolu pop, hafif popüler insanlar çıkmış ya da yeni yeni aranjman dönemi başlamış. Şarkı yazarları değil de şarkı sözü yazarları var. Batılı şarkıları söylüyorlar. Böyle bir ortamda şarkı yazmaya başladım ve ilk şarkılarım doğal olarak çok acemice ve çok kötü sözlerdi. O yüzden ilk denemeleri şiir üzerine yazdım. Şiirleri beğenerek, o şiirleri bestelemeyi tercih ettim. Suna Su, Attila İlhan şiiridir, onu yapmıştım. Çinli şairin şiirini de antolojide buldum ve çok çarpıcıydı. İkisini denedim şarkı olarak. 'Yağmur' da bir İsveçli şair'in (Arthur Lunkwist) çeviri şarkısıdır. Ondan sonra yavaş yavaş kendi sözlerimi yazmaya başladım. Yani hem biraz deneyimim hem kendime güvenim arttı hem de yazdığım şeyleri anlaşılan kendim de onaylamışım ki, 'Evet bunlar beni temsil ediyor.' diye, kendi kendime, kardeşime ve bir iki arkadaşıma çalmaya başladım.

"Beste yapmak için nota bilmek tek şart değil"

Nota bilmeyerek bu kadar güzel besteler yapıyor olmanın formülü nedir?

Nota bilmeden de tabii ki beste yaparsınız. Aynı şeyleri tekrarlayabilirsiniz de, böyle bir tehlikesi olabilir. Nota bilmenin de yaptığınız şeyi kaydetmek, zapt etmek yani tekrarlayabilmek gibi bir kolaylığı var. Yoksa nota bilmek tek şart değil, müzik bestelemek için. Bestelersiniz ama unutursunuz eğer kaydedemezseniz. Ben o zamanlarda öyle milyonlarca şarkı yapmışımdır. Yüzde 50'sini bile hatırlasam müthiş bir şey. Ama hatırlayamazsınız, gider. Notanın avantajları var. Birincisi ne olduğunu kaydedebiliyorsunuz. İkincisi de armoni öğrenirseniz eğer, müzikal dilinizi genişletmeye başlıyorsunuz. Şöyle diyeyim, 6 sözcük biliyorsanız da şiir yazamaz mısınız? Yazarsınız. Ama bir kitap kadar, sözlük kadar sözcük biliyorsanız daha iyi anlatırsınız anlatacağınız şeyi. Yani imkanlar artar. Nota ve armoni öyle bir şey. Yazılmaz diye bir şey yok yazarsınız. Yani mesela Aşık Veysel nota mı biliyor? Hayır. Başka bir şey yazıyor ama o yazdığı şeyi başkası yazamıyor onun gibi. Yoksa tek şart değil. Ama çok büyük kolaylıkları, herkese ne çaldığınızı dinletebilme rahatlığı var. Gençken ben önemsemiyordum, nota mota umurumda değildi. Ne yaptığımı, ne bastığımı bile bilmiyordum. ‘Benimle Oynar mısın?’ı ilk yaptığım zaman öyleydi. Ondan sonra geri dönüp ne yaptığımı yavaş yavaş analiz edince ve o yıllar içinde biraz da nota ve armoni bilgim olmaya, öğrenmeye başlayınca, ne yapmışım, anladım. Ondan önce anlamış değildim açıkçası.

Aynı zamanda kimya mühendisi de oldunuz?

Evet. Birazcık enayilik etmişim kimya mühendisi olmakla. Çünkü çok zor bir meslek. 7 yıl kadar kimya mühendisliği de yaptım.

Pfizer’da yaptınız değil mi?

Evet, 3 yıl Pfizer, 3 yıl kadar da Netaş’ta yaptım. Netaş’ta malzeme mühendisiydim, Pfizer’da da kalite kontrol mühendisiydim. Ben Pfizer’ın Ortaköy fabrikasında çalıştım. Hayatımda hiç bu kadar çalıştığımı hatırlamıyorum. Müthiş bir iş temposu vardı. Çok dinamik ve çok yorucu bir şirketti. Kalite kontrolünün de ne anlama geldiğini orada çok ciddi olarak öğrendim. Yıllar içinde mühendis oluyor, (her şeye) yeni baştan başlıyorsunuz. Aradan 3-5 yıl geçince deneyiminiz artıyor, seviye atlamaya başlıyorsunuz. Bölüm müdürü, imalat müdürü oluyorsunuz falan. Öyle bir zinciri var. Bu doğal bir süreç. Ben yavaş yavaş o zincire girmeye başladım, yani kademe atlıyorum. Zaten Pfizer’a girdiğimde kalite kontrol müdürü olmak için aday olarak alınmıştım. Sonra anladım ki, ben kalite kontrol müdürü olamam. Çünkü insanlarla ilişkimde, müdürlük donanımına sahip değilim. 'Sen şunu yap, sen de bunu yap, sen de git.' diyemiyorum. Çünkü bu karakter meselesi. Herkesin yapamayacağı bir şey.

Aslında sizi tanımayan insanlar sizin çok soğuk olduğunuzu, müdürlük de yapabileceğiniz bir yüze sahip olduğunuzu düşünebilirler. Fiziki ve duruş olarak buna uygun olabilirsiniz ama bu ruh ile ilgili bir durum tabii. Boş verin müziğin kimyasını tutmanız çok daha iyi olmuş. Sizce de öyle mi?

Evet, doğru. Vazgeçtim, beceremem diye o işlerden. Sonra sırf müzikle uğraştım.

Siz 'Yaşamak ile anlamı, sorunu çözmek için şarkılar yapıyorum.' demiştiniz yıllar önce.

Vallahi ben her şeyi demiş olabilirim. Ama sonradan inkar etmiş de olabilirim.

Yaşamın belirli yaş dönemlerinin kritiğini yapacak olsanız bugünkü tanımıyla ne olurdu?

Tanım dediğiniz zaman benim tüylerim diken diken oluyor zaten. Hiçbir şeyi tanımlayamam kolay kolay. Hele yaşamak gibi, böyle bir şeyi hiç tanımlayamam. O kadar büyük şeyleri tanımlamak, tarif etmek, bunlar zor şeyler. İnsan daha basit bir şeyle uğraşmalı bana sorarsan. Yaşamayı tarif edemem. Bunca yıl, içinde yaşamakla ilintili olarak, insanın sevdiği ve istediği bir şekilde yaşaması onu daha başarılı yapıyor. Tek öğrendiğim şey o. Örneğin ben kimya mühendisi olsaydım, son derece başarısız bir adam olacaktım. Ama şarkı ve müzikle uğraştığım için kendimi hem mutlu, hem de başarılı hissediyorum. Ona da yatkındım. Demek ki kendi kendimi iyi çözebildim, iyi tarif edebildim. Zorunluluklar sonucu başka şey yapmadım. Ancak pek tarife benzemiyor bu söylediğim ama tek diyebileceğim şey o. Çok büyük şeyleri tarif etmekten, çok büyük laflar etmekten hep kaçındım hayatta. Çünkü o laflar sonra insanı ezmeye başlıyor. Onun altında eziliyorsunuz. Siz, 'öyledir' diyorsunuz ama öyle olmuyor hayat. O kadar değil her şeyi pıtır pıtır bilmek ve yapmak.

"Yaptığınıza emin olmak ve yaptığınızdan hoşnut olmak daha önemli şeyler"

Sizin için söylenen tanımları pek sevmeyen bir insansınız. "Günümüz halk ozanı" denebilir sizin için ama siz bundan kaçınıyorsunuz. Farklı yaş grupları ve jenerasyonların diline pelesenk olan çok güzel yazdığınız şarkı sözleriniz var. Ama siz sadece yaratmayı, üretmeyi sevmekle birlikte bunların tanımını yapmayı sevmiyorsunuz, değil mi?

Doğru, evet. Ben şunu önemsiyorum, siz bir şey yapıyorsunuz ve insanlar da onu dinliyor ve değerlendiriyor. Sizin yaptığınız şeyin, zamana, yaşadığınız topluma ve o toplumun algılamalarına göre değişik yansımaları oluyor. Yani değişik zamanlarda, değişik şekilde algılanabiliyor. Siz yapmaya devam edeceksiniz, onlar da seçmeye devam edecek.

Bir şeyi dinletmek, sevdirmek tabii ki önemli duygular, insanca şeyler, kabul ediyorum ama yapmak ve yaptığınıza emin olmak ve yaptığınızdan hoşnut olmak bunlardan daha önemli şeyler bence.

Sizin hakkınızda iki kitap yazıldı. Mahmut Çınar'ın yazdığı "Bu Su Hiç Durmaz" ve Orhan Kahyaoğlu'nun "Ayrı Düşmüşüz Yan Yana" kitapları. Mesela Orhan Kahyaoğlu kitabında, 1974'te 'Benimle Oynar Mısın?' albümünüzle birlikte sizi Türk pop müziği ve Anadolu rock ile müzik terminolojisindeki birleştirilemeyen bir müzik yolculuğunun timsali olarak ele alıp işledi. Bir müzik sosyolojisi, caz tarihi, dünya ve Türk tarihi müziği araştırmacısının yazdığı bu araştırma kitabında sizi bu şekilde ele alması güzel bir his olmalı?

Tabii ki koltuklarım kabarmış durumdadır, o başka mesele de söylediğiniz Orhan'ın yaptığı bir yorumdur. O Orhan'ı bağlayan bir şeydir, onun değerlendirmesidir. Orhan'ı çok severim bu arada. Birbirimizi severiz yani. O kitabı, sadece benim için değil, benim Türk popüler müzik akışı içindeki yerimi saptamak için yazdı. Çoğunlukla başka şeyler de var o kitapta. Ben sadece benimle ilgili olan bölümlerde tarihsel bir hata olmasın, madde, yıl, sayı vs.. gibi hata olmasın amacıyla okudum. Onun dışındaki şeyler hep Orhan'ın kendi söyledikleridir. Orhan öyle düşünmüş, öyle görüp yazmış.

"Orijinal bir şey olmadığına hükmettiğim şeyleri hiçbir zaman yayınlamadım"

Müziğe başladığımda aranjmanlar dönemiydi ve sadece Alpay vardı." dediniz. O dönemden bugüne, müziğe başlamanızla birlikte 50 yılı devirdiniz Bülent Bey?

Doğru, 50 yılım geçti hakikaten. Bu 50 yılda yayınladığım 10-12 albümüm var demek ki, yayınladığım. Çok kabaca bir hesapla 110-120 şarkı yazmışlığım vardır. Aslında ne derler? Çok bereketli, verimli bir adam değilim tabii ki. Türk popüler müziğinin, demin söylediğim şekilde tüketim müziğinin içinde sürekli bir şeyler üretmek, onu yayınlamak gibi bir düzenin içinde olamadım zaten. Sadece yapabildiğim zaman yayınladım. Yapamadığım zamanlarda, daha doğrusu o kadar orijinal bir şey olmadığına hükmettiğim şeyleri hiçbir zaman yayınlamadım. Dolayısıyla bu 50 yılın içinde 10 yıl da ara verdiğim oldu. 50 yıl içinde kaç yılım var profesyonel olarak geçen bilmiyorum da 50 yıl profesyonel değilim. Müzik sevdalısıyım, başka mesele. Ben öyle düşünüyorum."

Benim düşünceme göre peyderpey yaptığınız bir sürü şarkı, çok sayıda sanatçı tarafından okundu. Mesela Onno Tunç ve Sezen Aksu ile bir albüm çalışmanız oldu şarkılarınızın yer aldığı. Müslüm Gürses "Sensiz Olmaz" şarkınızı okudu mesela. Yıllar sonra farklı bir jenerasyona ulaşması adına Teoman ile bir şeyler yaptınız. Kemikleşen kadronuzda yıllardır Birsen Tezer, Baki Duyarlar, Gürol Ağırbaş, Cem Aksel, Barlas Tan Özenek, Birol Ağırbaş’la sahne alıyorsunuz. O ekipten vazgeçmiyorsunuz. O da büyük başarı zaten. "Kadın Eli Değmiş Şarkılar"da, Ceylan Ertem, Jehan Barbur ve Birsen Tezer’le yaptığınız çalışmalara bakınca çoğalan, bereketli bir müzik anlayışına da götürüyor insanı. Öyle değil mi?

Bütün bu söyledikleriniz, yoruma bağlı şeyler. Sizin yorumlarınız doğru. Bir şey demiyorum da. Örneğin bir takım Amerikalı şarkı yazarları var. Bu şarkı yazarları bir oturur, her oturduklarında bir şarkı ile kalkar. Ben öyle biri değilim, yani öyle bir bereketliliğim yok. Şarkı yazarlığı öyle bir şey zaten. Her dakika, her konuda şarkı üretirsiniz. Ben ürettiğim şeylerde tekrar olmamasına gayret ediyorum birazcık. Benim kişiliğim de öyle. Yani birbirine benzer bir sürü şarkı yapılabilir tabii ki. Ancak benim yayınladığım ürünlerin her birinin az buçuk benim adımın damgası olması dışında birtakım ayrıcalıklı şeyleri vardır. Tekrarı yoktur fazla belki. Tekrar olabilecek şeyleri yayınlamamayı tercih ediyorum. O nedenle o kadar da bereketli olmadığımı söylüyorum. Yoksa bütün müzik piyasası benden bir tane daha 'Benimle Oynar mısın?' yapmamı istedi. O albümümün benzerini yayınlamamı beklediler bence yıllarca. Ama ben yapamadım. Çünkü o dönem, o koşullarda, o zamana özel yapılmış bir şey. Aynısını yapsam tekrarlamış olacaktım kendimi.

Bestelerimi keşke okumasaydı dediğiniz kimseler var mı?

Yok, öyle bir duyguya hiç sahip değilim. Şarkılarımı zaten çok az insan söyledi. Benim için yapılmış 'Ortaçgil İçin Söylenmiş Şarkılar' saygı albümünde birçok insan can-ı gönülden katılarak yaptı. O başka mesele. Ama onun dışında, müzik piyasasında şarkılarım çok fazla rağbet görmüş şarkılar değil. Çünkü çok ticari getirisi yoktur. Müslüm (Gürses) Baba söylemiştir, doğrudur, Sezen de (Aksu) söyledi. Ne bileyim... Ayşegül Aldinç de söyledi.

Mehmet Günsür de "Eylül Akşamı"nı söyledi Aşk Tesadüfleri Sever filminde.

Evet, doğru, Eylül Akşamı. Ama yani asıl işi şarkı üretmek ve şarkı pazarlamak olan birinin yapacağı miktarda şeyler değil bunlar. Toplasanız 10 tane eder, onlar söylendi. Ama ben asla böyle bir duyguyu taşımıyorum. Şarkıyı söylemek isteyen o şarkıyı söyler. Ve söyledikten sonraki sorumluluk tamamen ona aittir. Yani bana ait değil. Şarkıyı benden dinlemek isteyen benden, sizden dinlemek isteyen sizden dinler. Sonuç olarak siz benim şarkımı iyi ya da kötü söylerseniz, o sorumluluk size aittir zaten. Ben şarkıyı yapmışım, söylemişim de.

Yaylı enstrümanlarla ve ayrıca dönem arkadaşlarınızla yapacağınız albüm vardı. O gündemde mi?

En son albümüm 'Sen', 2011 yılında yaylılarla çalınmış bir albümdür. Baki Duyarlar'ın düzenlemesiyle yaptık. O albümle çok uğraştık. Yaylı kökenli bir albümdür o. En son ürettiğimiz şey de o. Her zaman yaylılarla o tarz bir müzik çalmayı çok özlemişimdir ve hep istemişimdir. Sen albümü de öyledir. Neredeyse bütün şarkılarda yaylı kullanılmıştır. Baki’nin düzenlemesiyle yapıldı hepsi.

"Üç ay kendi kendime çalarım, eşim bile bilmez şarkının ne olduğunu"

Peki aynı dönem arkadaşlarımla yapacağım dediğiniz albüm?

Bizim albümlerin kayıtlarının sırası şöyle yürür; ben şarkıyı yaparım, aşağı yukarı 3 ay kendi kendime çalarım. Kimse dinlemez yani eşim bile bilmez şarkının ne olduğunu. Ondan sonra arkadaşlarımla beraber o şarkıyı müzikal anlamda terbiye etmeye ve kayıt etmeye başlarız. İstedim ki, o en son yapacağım şey, kurguladığımız şey, bu düzenin dışında olsun. Ortada bir şey olmasın, şarkı da olmasın. Hep beraber bir araya gelelim o arkadaşlarımla ve sıfırdan bir şey yapmaya başlayalım stüdyoda. O projenin aslı öyle bir şeydi ama bir şekilde beceremedim. Araya bu süreç girdi ve güvenemedim güzel bir şey çıkaracağımıza. Çünkü güzel ya da çirkin, öyle yayınlanacak bir şey. Diyelim ki 15 gün bir yere kapanıp çalacaksınız.

Kimlerle yapacaktınız ya da yapacaksınız?

Grup arkadaşlarımızla. Erkan (Oğur), Baki (Duyarlar), Gürol (Ağırbaş) artık bizimle çalmıyor, Erdal (Akyol) çalıyor, Cem (Aksel), 4-5 kişi bir araya geleceğiz ve orada fikir çıkacak ve ben sözlerimi de o seanslarda yapmaya başlayacağım ya da ev ödevi gibi tema bulunmuş olacak, akşam eve gideceğim üzerine söz yazmaya çalışacağım ve ertesi gün onu deneyeceğiz filan.

Biraz doğaçlama olacaktı sanırım?

Tabii ki. Öyle bir proje kurguladım ve birkaç yıl da düşündük üzerine ama beceremedim. Yani hem grup arkadaşlarım o kadar izole olup benimle bir yerde 15-20 gün kapanacak bir hayat biçimlerine sahip değil. Olmaz öyle bir şey. Hem de de çıkacak şeyin ne olacağına ben emin değildim açıkçası. Çünkü sıfır işe giriyorsunuz. Dünyada bunu yapanlar var belki ama korktum açıkçası. İstemedim.

Bestelerinizi ilk eşinize mi dinletirsiniz?

Evet, tabii ki yanımda olan insana dinletirim. Ama şarkıların terbiye edilmesi aşağı yukarı, 3 ay gibi bir süredir. Şarkıyı yaparsınız ve mühendis deyimiyle çapakları vardır sağında solunda. Yani tam oturmamıştır yerine. O çapakları temizlemek için kendi kendinize onu 300-500 kere söylemek zorundasınız. Bazı yerlerdeki vurgular önemli olabilir, bazı yerlerdeki sözcükleri yeniden düşünmeye başlarsınız. Onları bitirmeden kimseye çalmam şarkıyı, yani eşime de çalmam. Yalnız şöyle bir şey hatırlıyorum; 'Küçük Şeyler'i yazmaya başladığımızda, eşimle beraber bütün gün, küçük şeyler dediğimi hatırlıyorum. Bunalmıştık artık yani hep beraber. Çünkü aklımdan başka şey geçmiyor, onu da yazmak zorundayım. Eşim de yanımda. Biraz şizofrenik bir şey tabii. Aynı şeyi tekrarlayıp duruyorsunuz filan...

Ama ne kadar güzel birlikte bunu paylaşıyor olmanız da çok hoş.

Tabii yani yanımda olan insana dinleteceğim, ilk dinleteceğim insan odur, doğal olarak. Ondan sonra insanlara çalmaya başlarım. Çünkü eşime de dinlettiğim zaman o şarkı benim için olmuş, bitmiştir, noktayı koymuşumdur ve eminimdir. Eleştiri alırım başka mesele, ama şarkı bitmiştir. O zaman çalarım.

"Tabii oynarım ağabey. Göbek bile atarım seninle' dedi bana"

Oyuncağı mıyız alışkanlıklarımızın diye sorayım, Bozburun şarkınızdan yola çıkarak?

Bülent Ortaçgil: "Tabii ki..."

"Oyuna Devam", "Benimle Oynar mısın?", "Beni Kategorize Etme, Benle Oynama"… Oyun, oyun, hep bir oyun hikayesi var. Hayatın içinde hep oyunlar mı oynuyoruz birbirimize, kendimize?

Eğer o oyunu birbirimize oynuyorsak biraz ayıp ediyoruz.

Ama siz en azından kibarsınız, ‘Benimle Oynar mısın?’ diye soruyorsunuz…

Bundan yıllar önce, Benimle Oynar mısın’ı olmayacak bir yerde çalıyordum. Şarkıyı çalarken, karşımda hani beni dinlemekten hiç haz almadığı belli bir grup insan vardı. Hayatım boyunca hiç unutmadım onu. Adamcağız kalktı ayağa, 'Tabii oynarım ağabey. Göbek bile atarım seninle.' dedi bana. 50 yıla yakın bir zaman geçti hiç unutmadım. Her söylediğiniz söz evrilip çevrilip başka anlamlara da sokulabilir. Yani kime söylediğinize bağlı. Bu oyun işine bir takıntım var, o doğru. Ama ben şarkıyı yaparım ve bana 'Ne demek istemiştiniz?' sorularına çok sinir olurum fena halde. Ne demek istediysem istedim. O benim bileceğim iş. Sen ne anlıyorsan, sen o şarkıyı nasıl algılıyorsan asıl önemli olan o. Çünkü, binlerce insan o şarkıyı dinliyor, binlerce insanın değişik görüşleri var. Herkesin ayrı bir hayatı var, herkesin ayrı bir geçmişi var. Dolayısıyla bir şarkıyı algılamak da o insana bağlı bir şey. Siz istediğinizi söyleyin, karşıdaki alan insanın onu nasıl aldığı önemli. O nedenle, öyle 'Ben bunu söyledim, demek istemiştim, niye beni anlamıyorsun?' diye bir şey olamaz. Şarkı öyle olmaz zaten. Siz öyle anlıyorsunuzdur, karşınızdaki başka türlü anlıyordur. Bunu da kabul edeceksiniz. İşte, 'Sizinle oynarım. Göbek bile atarım.' dedi adam.

Çok teşekkür ederim, çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Son olarak iletmek istediğiniz bir şey var mı okurlarımıza, izleyenlerimize?

Ben teşekkür ederim. Herkese sağlıklı günler diliyorum. Çünkü bugünlerde hep aklımızdan çıkmayan şeylerle yaşıyoruz. Korunmalıyız. Yalnızız bu pandemi karşısında. Dikkat edelim kendimize. Yapacak başka hiçbir şey yok, bunu gördük ve inşallah geçireceğiz bakalım.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın