Dolar
32.37
Euro
34.92
Altın
2,233.04
ETH/USDT
3,557.20
BTC/USDT
70,640.00
BIST 100
9,079.97
Gündem, arşiv

Nakış gibi örülen bir strateji yürütüldü

Başbakan Davutoğlu, "Buraya kolay şeyle gelmedik. Gün be gün işleyen, nakış gibi örülen ve psikolojik kontrol yönetmeye dönük strateji uyguladık" dedi.

22.09.2014 - Güncelleme : 22.09.2014
Nakış gibi örülen bir strateji yürütüldü

ANKARA

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Musul'da alıkonulan Türk vatandaşların kurtarılmasına ilişkin, "Buraya kolay şeyle gelmedik. Kimse kolaycı, sihirli kelime etrafında veya yöntemin etrafında düşünmesin, oraya yönelmesin diye, söylüyorum, gün be gün işleyen, nakış gibi örülen ve psikolojik kontrol yönetmeye dönük strateji uyguladık" dedi.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, NTV-Star ortak canlı yayınında gündeme ilişkin soruları yanıtladı.

Davutoğlu, Musul'da alıkonulan Türk vatandaşlarının Türkiye'ye getirilmesine ilişkin öne sürülen takas meselesiyle ilgili soru üzerine, "Bu tür süreçler son derece kritik süreçler. 11 Haziran'dan bu yana sadece orada bulunan, Musul'da kalan görevlilerimiz, vatandaşlarımız değil, hepimiz son derece kritik bir sınavdan geçtik aslında" diye konuştu.

"Bu, bizim ilk sınavımız değil, devlet olarak" diyen Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Ben, Dışişleri Bakanılığına geldikten sonra bununla birlikte 200'ü aşkın vatandaşımızı değişik şartlardan kurtardık. Herbirinin özel şartları var. O şartları doğru değerlendiremezseniz bir kayıpla karşılaşırsınız, çok gereksiz bir adımla kendi vatandaşlarınızın güvenliğini riske edersiniz. Elhamdülillah, şu ana kadar 200'ü aşkın vatandaşımızı çok zor şartlardan kurtardık. Kimisi Afganistan'da, kimisi Irak'ta, kimisi Suriye'de, kimisi Lübnan'da, kimisi Somali'de, değişik yerlerde, tereyağından kıl çeker gibi tabiri caizse aldık. Bu konuda bir kere herkesin, bu yöntemin daha çok bu meselenin bizatihi kendisi üzerinde durulması lazım."

"Birçok ülkenin vatandaşı, bu süreçlerde ciddi kayıplar yaşamışken, hepimizi de insan olarak üzen görüntüler ortaya çıkmışken, eğer Türkiye Cumhuriyeti devleti 49'u görevli, 46 vatandaşı, 3'ü Irakta kaldı yerel görevli olduğu için, kurtarabilmiş, bu şartlarda ülkemize getirilmişse bunun sevincini herkes yaşamalı" ifadesini kullanan Davutoğlu, şöyle konuştu:

"Bu sadece, bu sürece doğrudan katkıda bulanan görevlilerimizin, yani güvenlik görevlilerimizin, istihbarat görevlilerimizin, süreci yöneten bizlerin başarısı değil aslında, bütün Türkiye’nin başarısıdır. Bugün yurt dışından bakanlar, 2 gün öncesine göre, Türkiye'yi her zaman itibarlı gördüler ama daha güçlü, daha itibarlı ülke olarak görüyorlar. Çünkü bu şartlarda vatandaşını alabilen her ülke ve her ülkenin tek tek bireyi kazanır. Bir kere bunu tespit etmek lazım."

"Hiçbir zaman fidye ödemedik"

Davutoğlu, daha önce de Türk pilotlarının Lübnan'dan, gazetecilerin Suriye'den, işçilerin Libya'dan kurtarılmasını anımsatarak, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Tüm bunlara baktığımızda, bunların hemen hemen tümünün içinde bulunduk. Önemli bir kısmında yöneten biri olarak söylüyorum, dikkatsiz sarf edilen söz, dikkatsiz yönetilen süreç, sonunda sadece vatandaşların kaybına değil aynı zamanda ülkenin itibarının kaybına yol açıyor. Birçok ülke vatandaşının bulunduğu yerlerden alınmasına yardımcı olduk. Bunun da onlarca örneğini verebilirim. Burada sır ne, neye dikkat etmek gerekiyor? Her bir olayın kendi içinde, mantığı olduğunu görmek gerekiyor. Bir yerde uyguladığınız yöntem, diğer bir yerde geçerli olmayabilir. Mesela biz, prensip olarak hiçbir zaman fidye ödemedik. Çünkü fidye ödemeniz bir sonraki kaçırmaların zeminini teşkil ediyor. Herkes o zaman Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına, kaçırıldığı zaman para kazanılacak bir şey gibi bakmaya başlıyor. Birini kurtarırken çok sayıda vatandaşı riske edebiliyorsunuz."

"Bu olaylarda geçerli olan psikolojilerin yönetimi"

Kaçırılan kişilerin kurtarılmasında kullandıkları yöntemin psikoloji yönetimi olduğuna dikkati çeken Davutoğlu, şunları söyledi:

"Bütün bu olaylarda geçerli olan, orada uyguladığımız, psikolojilerin yönetimi. Yani onu kaçıran kişilerin psikolojisini yönetmek sizin işiniz. Kaçırılmış vatandaşlarınızın psikolojilerini ve çevrede olan unsurların psikolojilerini de. Eğer bunu yönetemezseniz hangi yöntemi uygularsanız uygulayın başarısız olursunuz. Benim eğer bir gün akademik hayata dönmem biraz hayal oldu da ve yazsam, bu tür durumlarda nasıl davranılır diye sorsan, birincisi psikoloji yönetimi. Geride kalan ailelerin psikolojilerini yöneteceksiniz. Karar sürecinde olanların psikolojilerini yöneteceksiniz. Orada kurtarma operasyonuna gönderdiğiniz elamanların psikolojisini yöneteceksiniz. Oradaki bu durumda rehinelerimizle sürekli temas halinde olduğumuz için Öztürk Bey ile ve diğerleriyle onların psikolojilerini yöneteceksiniz. Onları kaçıranların, müzakere, dolaylı müzakere yöntemiyle psikolojilerini yöneteceksiniz."

Musul'da alıkonulan Türk vatandaşları için ilk başta "Rehine" ifadesini kullanmadıklarını anımsatan Davutoğlu, "Ta ki rehine muamelesi yapılana kadar. Neden? Rehine dediğiniz anda bir pazarlığın başlaması gerekir. Şu 3 aylık dönem, o kadar farklı aşamalardan geçti ki yani ayrı ayrı psikolojiden devam etti. Bir, vatandaşlarımızın rehine psikolojilerine girmelerini istemedik. Sonra onu kaçıranların şu mesajı almalarını istedik; 'siz onlara rehine muamelesini yaparsanız biz de size başka türlü muamele yaparız.' Bu algı yerleşti. Uzun bir süre kaçıranlar, orada tutanlar, Türkiye düşmanı olmadıklarını, bu rehinelere bir şey yapmayacaklarını söylemek durumunda kaldılar. Neden? Çünkü şunu da biliyorduk, Musul halkı büyük çoğunluğuyla Türkiye'ye müzahir halktır. Orada yaşayan insanlar, orada bulunan sıradan bir Musullu, normal şartlarda Türklere zarar vermeyi düşünmez. Geçmişte onların haklarını koruduğumuzu bilir. Tarihi bağları bilir" dedi.

Davutoğlu, Musul'da, IŞİD'de bulunmamış ancak savaş esnasında şu veya bu şekilde bir tür eylem içinde olmuş, hem ABD işgali hem daha sonra Maliki politikalarına karşı tepki göstermiş geniş bir kesim olduğuna işaret ederek,  "Bunların bir kısmını geçmişte siyasi sürece sokmak için bizzat ben 2005, 2006 yıllarında daha o zaman başdanışmanken ikna etmek istedik, artık siyasi sürece girin, Şii, Sünni ilişkileri normal seyre otursun diye. 2006 mezhep çatışmaları esnasında ve hatırlayacaksınız birçok kurumu o zaman soktuk" diye konuştu.

 Musul'daki Türk vatandaşlarının Türkiye'ye getirilmesi sürecinde, MİT Müsteşarının, bazen de bizzat kendisinin Türkiye'ye gelen yerel Arap aşiretlerin temsilcileriyle konuştuğunu anlatan Davutoğlu, şunları söyledi:

"Bu iş için Musul'da etkili olabilecek herkes bir şekilde Ankara'ya, İstanbul'a geldi. Bunları artık kamuoyuyla daha rahat paylaşabiliriz. Orada temaslar kurduk, ekiplerimiz oraya gitti. Erbil'de sürekli bulunan timlerimiz oldu. Orada zaten var olan eskinden beri var olan güvenlik timlerinin yanında istihbari olarak bu süreci yöneten timlerimiz oldu. Buraya kolay şeyle gelmedik. Kimse kolaycı, sihirli kelime etrafında veya yöntemin etrafında düşünmesin, oraya yönelmesin diye söylüyorum. Gün be gün işleyen, nakış gibi örülen ve psikolojik kontrol yönetmeye dönük strateji uyguladık. Belli aşamaya kadar, kamyon şoförlerimizin kurtarılmasına kadar bu yöntem belli ölçülerde başarılı oldu."

"Hani 'Ortadoğu'ya bulaşmayın' diyenler var ya..."

Alıkonulan vatandaşların başında nöbetçi gibi bırakılan kişilerin etnik kökeninin, kabile geçmişinin çıkarıldığını dile getiren Davutoğlu, "Kimlerle nasıl akses kurulabilir. Bu, yeni tecrübe de değil. Biz 26 bin vatandaşımızı Libya'dan çıkarırken de yine o süreci yönettiğimde Güney'den, Fizan diye bildiğimiz Güney'den Bingazi'ye kadar gelene kadar her bir aşiretle temas kurmuştuk. Bu, Türkiye gücü. Hani 'Ortadoğu'ya bulaşmayın' diyenler varya, aslında böyle bir gücümüzü pozitif yönünde görmekten aciz olanlar. Eğer alanda olmazsanız başınıza bir şey geldiğinde size taraftar olacak, yardımcı olacak kimseyi de bulamazsanız" ifadesini kullandı.

"Irak halkının hiçbir kesimi bizim düşmanımız değil"

"Musul bizim düşmanımız değil, oradaki Sünniler bizim düşmanız değil, Irak halkının hiçbir kesimi bizim düşmanımız değil" diyen Davutoğlu, şöyle konuştu:

"Dolayısıyla geçiçi olarak orada IŞİD var, geldi diye bütün Musul halkını göremezsiniz, aksine Musul'da bizim başkonsolosumuz tek başkonsolosluk olduğu için, tek yabancı misyon olduğu için Musul halkının sevgisini kazanmıştır. Dolayısıyla öncelikle çevre şartlarıyla birlikte birinci hedefimiz vatandaşlarımızı sağ ve salim tutmak. Bununla birlikte ikinci şey bir arada tutmak. Bir arada tutmadığınız zaman her birine ayrı ayrı çaba sarfetmeniz gerekiyor. 8 yer değişti. Her yer değişim esnasında onu takip etmek, her değişime göre çevre şartlarını tekrar kontrol etmek. Şunu da ifade edeyim, Genelkurmay Başkanımız, hepsinin çok ciddi katkıları var. 24 saat en ufak hareketlerini dahi takip ediyorduk. Bir durumda neler yayabileceğimizin planları da yapılıyordu."

"Elimizden gelse ilk gün alırdık"

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Amerika'nın, herhangi bir ülkenin veya koalisyonun Musul Başkonsolosluğu çalışanlarının Türkiye'ye getirilmesi operasyonuyla alakasının bulunmadığını belirterek, "Elimizden gelseydi ilk gün alırdık, elimizden gelseydi bir ay önce alırdık. Bir an bile onları orada bırakmazdık" dedi. 

Davutoğlu, IŞİD'in Irak, Suriye kanadı olduğunu, Erbil'e dönük ABD operasyonları ve çatışmalar yoğunlaştığı zaman çevre şartlarını kontrol etmekte zorlanmaya başladıklarını söyledi. 

''Bomba isabet ederse, istenilmeyen bir sonuç doğarsa'' gibi noktaları hesap etmek gerektiğini anlatan Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Bütün bunları gece gündüz düşünmenin ne kadar zor, ne kadar çileli bir şey olduğunu yaşayanlar bilir. Bugün, içimizdeki çoşkunun sebebi, bütün o ızdırabı, çileyi hep beraber yaşadığımız için. Bu rehinelerin ya da ailelerinin yaşadığı bir süreç değil. Bir taraftan da Türkiye'de böyle bir psikoloji yönetiminden bihaber ya da bihaber olmadığı halde sırf bize muhalefet olsun diye iki güne bir rehineleri riske etme pahasına, 'Süleyman Şah'a pazarlık yapıldı, onunla böyle oldu' diye sorumsuz yayın yapan bazı basın yayın organları oldu ki çoğu, bütün yayın organlarına müteşekkirim, sorumlu yayın yapan, bu konuda uyarılarımızı, tavsiyelerimizi dinleyen. Ama bunun yanında neredeyse her gün Meclis'te çıkıp bu konuda bizi açıklamaya zorlayanlar oldu. En kritik dönemde gensoru verdiler. Gitmişim genel başkanları bilgilendirmişim, 'ayrıca Meclis'i bilgilendirsin, açık oturumda bilgilendirsin' diyor. Neyi konuşacağız açık oturumda, neyi söyleyeceğiz. Bir de bir taraftan siyasi olarak bunları göğüslüyorsunuz."

"Onların başına en ufak bir şey gelse Türkiye türbülansa girebilir"

"Hükümetin IŞİD ile anlaştığı, çalışanların cumhurbaşkanı seçimi için kaçırıldığı, seçimden önce bırakılacağı, sonra da kongrede Davutoğlu için bırakılacağı" yönünde spekülasyonlar yapıldığını hatırlatan Davutoğlu, şöyle konuştu: 

"Bu, akıl, izan alır bir şey mi. Buna ahlaki vasıflarımız zaten izin vermez de siyaseten de birisi bombalar sürerken o vatandaşları orada tutmanın, bizim kongre ya da seçimi, yüz binde bir bile olmaz ama onlar orada dururken onların başına en ufak bir şey gelse bütün Türkiye türbülansa girebilir, toplumsal psikoloji anlamında söylüyorum. Nihayet onu da kontrol ederdik belki ama bütün bu şeyleri tek tek kontrol edeceksiniz, bu taşları. Sadece siz kontrol etmeyeceksiniz. Siz talimat veriyorsunuz, MİT Müsteşarlığımız yapıyor, ama oraya giden eleman da bu psikolojiyi bilecek, konuşan, temasları sağlayan."

Davutoğlu, süreçte, din adamlarını, Arap aşiretlerini devreye soktuklarını belirterek, hava bombardımanlarıyla zor şartlar oluşunca konsolosluk çalışanlarının bu kez Irak değil, Suriye üzerinden salıverilmelerine yönelik yöntemler üzerinde durduklarını anlattı. 

"Operasyon için illa kan dökülmesi gerekmez"

Böylesine önemli bir olayda tabirler üzerinden tartışmalar yürütüldüğünü aktaran Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Neredeyse birileri bu vatandaşlarımızın başına bir şey gelmedi diye ağıt yakacak şekilde dün televizyonda gördüm, şu MİT'e operasyon yapanlar kimlerse aynı çevreler, şimdi de yok 'Davutoğlu temas demiş de Cumhurbaşkanı operasyon demiş.' Bundan bir şey çıkarmaya çalışıyorlar. Şimdi çok istiyorlarsa 'operasyon' diyorum. Operasyon için illa kan dökülmesi falan gerekmez. O gün benim temas demem, sabah 6'ya kadar bir dakika uyumamışız ve ben o şartlarda televizyona açıklamaya çıkıyorum, yine hiç uyumadan Şanlıurfa'ya iniyorum, hiç uyumadan Ankara'ya geliyoruz ve bu şartlarda kelime oyunlarına bakıyorlar. Bu kadar basitlik olur mu? Evet, bu bir operasyondu, eğer tatmin edecekse burada söylüyorum. Diplomaside 'operasyona başlıyoruz' dediğimizde bu, bazen bir büyükelçiyi çağırıp nota vermek olabilir. Bazen bir tahliye operasyonu olabilir. Bunların kafası hep polisiye kafa olduğu için, onların hep anladığı operasyon illa kan dökülecek, bu muydu arzuları. Yine de bunları da önemsemiyorum. iki gündür sokaktaki insanların yüzündeki tebessümü, gözlerindeki ışıltıyı görmek bize yetiyor. Büyük bir iş başarıldı. Emeğe geçenlere tekrar tekrar teşekkür ediyorum."

Konsolosluk personelinin, süreçte onurlu bir şekilde görevlerini yerine getirdiklerini, ailelerin de vakur şekilde beklediğini vurgulayan Davutoğlu, sonunda herkesin bayram yaşadığını dile getirdi. 

"Sadece üçümüzün bildiği..."

Sonuçta önem taşıyanın söz konusu vatandaşların ülkelerine dönmeleri ve ailelerine kavuşmaları olduğuna değinen Davutoğlu, şunları söyledi:

"Şimdiye kadar, demin söylediğim olayların her birinde ayrı yöntem uygulandı. Bunlar belli bir mahremiyet içinde yürütülür, bazı şeyler var ki çok sınırlı bir şey içinde verilir. O gün yürüyen süreçte, sadece Cumhurbaşkanımız, benim ve MİT Müsteşarımızın bildiği hususlar var. Sadece üçümüzün bildiği. Genelkurmay Başkanımızın, silahlı kuvvetlerimizin görevi gereği bildiği zaten güvenlik toplantısında da detaylı olarak ele aldığımız, her türlü planlamaları da içeren konular var. 

Operasyonun neticesi önemli. O kardeşlerimizden birinin bir saç teline zarar geleceğini bilsek biz, bildiğimiz her şeyi unuturuz. Burada bizim için önemli olan en doğru zamanlamayla en doğru araçları kullanarak neticeyi elde etmek. Bunun da hiçbirini zikretmeyiz. Zikrettiğim tek şey var dikkat ederseniz, fidye ödemedik, ödemeyiz. Bu, milli bir operasyondur. Birileri, 'CIA yardım etti de Türkiye aldı' diyor. Hayır, alakası yok. Bu zamanlamanın, Amerika'nın veya herhangi bir ülkenin, koalisyonun buradaki operasyonla alakası yok. Elimizden gelseydi ilk gün alırdık, elimizden gelseydi bir ay önce alırdık. Bir an bile onları orada bırakmazdık."

Davutoğlu, süreçte, konsolosluk çalışanlarını almaya çok yaklaştıkları anlar olduğuna işaret ederek, şunları söyledi:

"Hatta temmuz ayının başıydı. Ramazan öncesinde getirebilmek için Türk Hava Yollarını özel olarak arayıp, 'iki uçağı hazır tutun her an bir şeye ihtiyaç olabilir' diye Genel Müdüre söyledim. Ama o gün alamadık. Hareket mobilize edildiğinde yön değiştirdiler. Yani bunların hepsi geçmiş olan hususlar. Birçok kere çok yaklaştık. Her yerle ilgili, sekiz yer için de ayrıca planlamalar yapıldı. Olağanüstü durumda ne yapılır, ne edilir. Bunlar da yapıldı ve iftihar ederek söylüyorum, Dışişleri Bakanı olduğum dönemde, Sayın Başbakanımızın talimatıyla bu koordinasyonu bizzat sağlıyordum. Başbakan olduktan sonra bizzat çözüm süreci ve güvenlik mekanizmalarını kurarak her ikisini de bu konuları da ele aldık. Cumhurbaşkanımıza arz ettiğimiz hususlar da oldu. Ama herhalde cumhuriyet tarihinde istihbarat, diplomasi ve silahlı kuvvetler koordinasyonunun bu kadar etkin olduğu çok az dönem vardır. Bütün kurumlarımıza teşekkür ediyorum. Burada öncü rolü doğası gereği istihbarat teşkilatımız aldı ama diplomasi de silahlı kuvvetler ayağı da son derece etkin şekilde devreye girdi. Diğer ilgili bütün ayaklar devreye girdi. Başka bir senaryoda, belki başka unsurlar öne çıkardı. Ona ihtiyaç kalmadan, yani silahlı kuvvetlerin şeyine ihtiyaç kalmadan çözülmüş olması da aslında en sağlıklı, en az zararla yapılacak bir şeydi, ne gerekiyorsa o yapıldı ve neticeye ulaşıldı. Devlet olmanın gereği her ihtimali göz önüne almaktır. 8 yer için de her yer değişiminde her türlü ihtimal. Nihayette bu tür operasyonlar her zaman risk barındırır. Hep biz böyle bir ihtimale gerek olmadan, sabırla, metanetle çalışmaya önem verdik."

"Bir eşe yersiz ümit veremezsiniz ama ümitsiz de bırakamazsınız"

Başkonsolos Öztürk Yılmaz'ın eşi Özay Yılmaz ile geçen hafta görüştüklerini, durumun aileler için zorluğunu bildiğini anlatan Davutoğlu, "Evlerine ben gittim. Birbirinden tatlı 3 kızı var. Onlarla daha önce oturduk, gönüllerini aldık. Israrla soruyor 'ümit var mı' diye. Yaptığınız çalışmaları biliyorsunuz ama bir eşe ve üç çocuğa bu kadar zor şartlarda sahip çıkan bir eşe, 'şunu yapacağım' diyemezsiniz, yersiz ümit veremezsiniz ama ümitsiz de bırakamazsınız. Bu, o kadar zor bir şey ki. Bizi eleştirenlerin bir kere bu şartlardaki bir eşle konuşmalarını hayal etmelerini rica ediyorum. Bir hafta, 10 gün sonra olacakları biliyorum ama bir şey söyleyemiyorsunuz. Ama o eş sizden bir şey duymak istiyor. Bir taraftan ümit vereceksiniz, şu gün olabilir dediğiniz anda o insan uyumayacak'' ifadesini kullandı.

Başbakan Davutoğlu, konsolosluk çalışanlarının Türkiye'ye getirildiği geceyle ilgili de ayrıntıları paylaştı. Azerbaycan ziyareti dolayısıyla Bakü'de olduğunu hatırlatan ve tetikte beklediklerini belirten Davutoğlu, şunları kaydetti:

"O gece Türkiye saatiyle 23.23'te Hakan Bey aradı beni. Sürekli bir haber gelecek diye zaten tetikteydik. Hatta Azerbaycan ziyaretini ertelemeyi düşündüm. Ama tam ayarlamalar nasıl olacak, bir de ertelendi niye ertelendi, o sinyal gitmesin diye. Zamanlamasını o günlerde bekliyoruz ama. Gece Hakan Bey, 'Sayın Başbakanım, beklediğiniz müjdeyi kısa zaman içinde verebileceğimi ümit ediyorum' dedi. Ne kadar yaklaştılar, takribi şeyini aldık. Süreci zaten biliyorduk. Teşekkür ettim ve 'Türkiye sınırına girdikleri anda haber edin' dedim. Ondan 6-7 dakika sonra Öztürk aradı. Bizim süreci takip edip etmediğimizden tam emin olmadıkları için şüphe içinde olanlar varmış. Acaba bizi devlet mi götürüyor, nereye gidiyoruz. Sınıra yaklaştıklarını hissedince Öztürk, haber etmek için 'geliyoruz' diye arıyor. Daha 'Sayın Başbakanım' dediğinde 'Hoşgeldiniz Öztürk' dedim. O anki ses tonunu, sesindeki mutluluğu hissettim. Onları da idare ediyor, mikrofonu açık, onlara da 'devletimiz bu operasyonu yapıyor' diyormuş. Ona 'hoşgeldiniz Öztürk' dediğim anda o bir kere şunu biliyor, bu operasyonun arkasında Türkiye Cumhuriyeti devleti var. Bu devletin unsurları onların yanı başlarında beraber gidiliyor. Bu şeyler de bazen MİT elemanlarımız bazen sonuna kadar kimliklerini gizlerler. Yanlarında MİT elemanlarımızın konuşmamasından şüphe ediyor. Etrafındakilere söylüyor, devletimiz kurtarıyor. Bu hissi verebilmek bize büyük güç veriyor. Sonra belli bir teslim alma, nihai olarak sınırımızdan geçmek için saatler geçti. Devamlı konuşuyoruz. Saat 5,5 civarı Hakan Bey aradı 'Tamam Başbakanım, bizim tarafa geçtiler, artık tamamıyla emniyetteler' dedi. Onun üzerine Sare Hanım, Özay Hanımı aradı telefonla. O anda onu yaşamak, dünyada verilecek en güzel hediye. O saatler içinde Öztürk'e rica ettim, 'aman ha kimseyi aramayacaksın, telefonda benimle konuştun, bir daha kimseyle konuşmayacaksın ta ki bizim sınırdan geçene kadar.'.Çünkü o anda biri bombalayabilir. Türkiye'yi gereksiz yere provoke edilip, çatışmaya sokmak için başka unsurlar provoke edebilir."

Kılıçdaroğlu'nun aramasını takdir ettim 

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Musul'daki konsolosluk görevlilerinin kurtarılmasına ilişkin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun kendisini aramasını takdir ettiğini belirterek, "Sayın Bahçeli'nin de böyle bir tebriği ya da şeyi yaşamasını isterdim, onun açıklamaları beni şaşırttı. Her zaman insancıl olduğunu veya bu anlamlarda etnik ve mezhep ayrımı olmaması gerektiğini söyleyen HDP'lilerin bir açıklama yapmasını beklerdim" dedi.

Başbakan Davutoğlu, IŞİD tarafından Musul'da alıkonulan konsolosluk görevlilerinin kurtarılarak Türkiye'ye getirilmesi sürecinde "her şeyin hesap edildiğini" vurguladı. Söz konusu süreçte önemli olanın rehin alınanların can güvenliği olduğunu dile getiren Davutoğlu, "En uygun araçlar en doğru zamanlamayla kullanıldı" dedi.

Davutoğlu, şunları söyledi:

"Biz mesela yine MİT Müşteşarlığımızla yaptığımız değerlendirmelerde patterne bakılıyor. Yani bu örgüt, benzer olaylarda nasıl davrandı? Ne kadar sürede bıraktı? Mesela benzer olaylara bakıldığında bir erken bırakmadır, bize uzun geldi ama. Bu patterni incelediğinizde erken bir şeydir çünkü 2,5-3 ay. Daha uzun süren olaylar var. Patterne baktığınızda erken sayılabilecek bir şey. Nasıl biz onların patternine bakıyorsak onlar da bizim patterne bakıyor. Yani mahrem tutulması gereken şeyler o bakımdan önemli. Annan müzakerelerinde de 2004 müzakerelerinde de tıkandığımız bir yerde, Kıbrıs'ta, Yunanlılar geldiler ve şeyi teklif ettiler, son gece, 'Çekilelim masadan. Siz de çekilin, biz de çekilelim'. Düşündüler ki biz de çok arzu etmiyoruz gibi anladılar. Dolayısıyla 'Biz size AB üyeliğini engellememe sözü verelim, siz de şeyi keselim. Kıbrıs Rum kesimi üye olsun 1 Mayıs'ta ama size söz versin, Türkiye'nin AB üyeliğini engellemeyecek."

Barbaros Hayrettin Paşa örneği

Barbaros Hayrettin Paşa'nın Preveze Deniz Savaşı'nda yaşadığı bir olaydan örnek veren ve bunu temel olarak aldığını belirten Davutoğlu, şöyle konuştu:

"Barbaros Hayrettin, Preveze Deniz Savaşı öncesinde kurmaylarını toplar, o sırada Andrea Doria da toplar. Andrea Doria der ki: kendi kurmaylarına: 'Bu Barbaros büyük komutan, bütün geçmiş savaşlarını inceledim. O savaşlara göre yarın Preveze'de şöyle bir taktik uygulayacak' ve ona göre görev verir. Aynı anda Barbaros Hayrettin'in karargahında, Barbaros der ki: 'Bu Andrea Doria denilen kefere diğerlerine benzemez, çok akıllı bir adam. Mutlaka benim bütün eski savaşlarımı incelemiştir. Dolayısıyla benim o savaşlarda uyguladığım taktiği çıkartarak şöyle bir karşı taktik geliştirmiştir. Biz de ona karşı şunu yapacağız' der. Satrançta 'bir hamle önde olmak' denir. Onun için müzakere ettiğiniz tarafa patterninizle ilgili ipucu vermemeniz lazım. Orada onu demiştim: 'Bunlar bizim geçmiş bütün şeyleri inceledikleri için bu gece bu masadan çekileceğimizi düşünüyorlar. Halbuki tam da burada darbe vurmak için bu patternin dışına çıkmak, masada kalmak lazım, onlar çekilecekler.' Nitekim referandumda onlar çekilerek denge kaybı oldu."

"Vatandaşlarımızın canı söz konusuysa her şey yapılır"

Bu gibi durumlarda davranış biçimiyle tutumla genel alışkanlık haline gelmiş tavırlarla ilgili ipucunun verilmemesi gerektiğine dikkati çeken Davutoğlu, "Burada da hangi spekülasyon yapılırsa yapılsın nihai kertede bizim, kendimizin geliştirdiği yöntem, araçlar kullanılarak en doğru zamanlamayla operasyon başarıyla gerçekleştirilmiştir" diye konuştu.

"MİT Yasası'na göre kurumun böyle durumlarda takas yapma yetkisi olduğunun belirtilmesi üzerine Davutoğlu, "Yaparız tabii. Gereken her şey yapılır. Vatandaşlarımızın canı söz konusuysa her şey yapılır. Bundan da öyle veya böyle 'ne aldı, ne verdi' tartışmasına kimsenin girmemesi lazım" karşılığını verdi.

Konsolosluk personelinin yurda getirilmesi sürecinde görüşülen aşiretlerin IŞİD'e yakınlık derecelerinin sorulması üzerine Davutoğlu, şunları kaydetti:

"Bunlar IŞİD'e karşı olan ama Musul'da etkili gruplar. Bunlar daha önce Amerikan işgaline de Maliki'nin mezhepçi politikalarına da karşı çıkmış ama IŞİD'e de karşı olan gruplar fakat Musul'da tabanları olan gruplar. Bunlar bu şekilde, sadece Musul'da değil, bütün Irak'ta Türkiye'ye büyük sempati duyan çok geniş bir kesim var. Sadece Sünnilerde değil Şiilerde de var. Bütün bunları kullanma gerekliliği var, bunların bir kısmıyla da daha eski dönemde, benim şahsen de tanıştığım, bunlar da nihai kertede, daha sonra da siyasete de girmiş olanlar ama siyasetten bu mezhepçi tavırdan dışlanmış olanlar."

"Kiminle temas kurmak gerekiyorsa o temaslar olur"

Başbakan Davutoğlu, "IŞİD ile nasıl bir mesaj kanalı vardı" sorusuna şu yanıtı verdi:

"Şimdi işte paylaşılması zor olan alanlara giriyorsunuz. Yani önemli olan, uzun bir dönem, zaten bu aradaki unsurlar, yani mesela oradaki çok saygın bir din adamı. Türkmen kökenli bir din adamı. Başka birisi çok saygın bir aşiret lideri veya eski bir görevli orada görev yapmış. Herkesin saygı duyduğu, IŞİD'in de reddedemeyeceği ya da Musul'daki konumu gereği üzmek istemeyeceği, arada gri alanda kalan geniş bir kesim var hala. Onlar IŞİD mensubu değil hatta IŞİD'den ciddi şekilde rahatsızlar ama IŞİD de onlara saygı duymak zorunda çünkü halk tabanında zeminleri var. Arap aşiretinde herhangi birine zarar vermek şey değil, bir anda bütün o aşiret karşınızda yer alır. Bu aşiretler de gidip, 'Bu Türkler bize emanettir, Türkiye'yi rahatsız edecek bir şey yapmayın' dediğinde yapmamak durumunda kalacak kimler varsa hepsi devreye sokuldu. Zaten hayatta kalmalarında bunların çok ciddi rolleri oldu."

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "maddi pazarlık yok ama siyasi ve diplomatik pazarlık var" sözlerine yönelik değerlendirmesi sorulan Başbakan Davutoğlu, şöyle konuştu:

"Kastettiği Sayın Cumhurbaşkanının şudur; söylediğim gibi, Irak içindeki etkili gruplar üzerinden yapılan pazarlıklar, şeyler tabii oldu. Hangi şartlar, niye tutuldukları, bunların tutulmamalarının gerektiği şeklinde. İstihbarat teşkilatları bunun için vardır. Ben o 49 kardeşimizin, 46 vatandaşımızın kurtulması için istihbarat teşkilatına verdiğimiz ne gerekiyorsa yapın, bunun şeyi açıktır. Kiminle konuşmak gerekiyorsa konuşun. Fidye vesaire bunlar gündemimizde olmayan şeylerdir bizim için ama ne gerekiyorsa yapın şeyi, bunların içinde her türlü temas vardır. Bu temasları da açıklamayız ne olduğunu fakat temas olmuş olabileceği, olması gerektiğini de söyleriz. Yani kiminle temas kurmak gerekiyorsa o temaslar olur." 

Konsolosluk görevlilerinin tahliyeleri sırasında kullanılan koridorun güvenliğinin de önemli olduğunu vurgulayan Davutoğlu, "Türkiye'ye kadar gelen süreç, her an risk üreten bir süreç" ifadesini kullandı. 

"Gizli kahramanlar"

Süreçteki gizli kahramanların nasıl fedakarlıkları ortaya koyduklarının sorulması üzerine Davutoğlu, şu açıklamalarda bulundu:

"Bunların bir kısmı doğrudan bizim istihbarat elemanlarımızdır. Alana giderler, temas kurarlar, aşiretlerle konuşurlar gerektiğinde daha ötesine giderek alan içinde bilgi toplarlar. Bunların hepsi o kategori içine girer. Benim orada 'isimsiz kahraman' dediğim şey, o gün orada büyük mutluluk duyuyorduk hepimiz, onur hissi içindeydik. Başkonsolosumuz üç ayı aşkın bir süre direnmiş bir kahraman olarak döndü, diğer arkadaşlar öyle. Biz onları kurtarmış kişiler olarak kamuoyunca bilindik. Herkes Sayın Cumhurbaşkanımızdan şeye kadar herkesin ne emek verdiğini artık biliyor kamuoyu. Sayın Cumhurbaşkanımızın başbakanlık döneminde, benim bakanlık dönemimde bunlar biliniyor ama bazı insanlar var ki esas burada temel aktörler onların yüzleri bilinmiyor. Yani o arkadaşları oradan alıp getiren, ben biliyorum onların, o operasyondan 5-6 gün önce onları Başbakanlıkta ağırladım. Bütün bilgileri doğrudan anlatmalarını istedim. Her türlü bilgiyi müsteşarımla birlikte paylaştı ve ondan sonra 'şu şekilde bir seyir olacak' diye belli talimatlar verdik. Bu talimatlar, daha sonra Çankaya'da yaptığımız güvenlik toplantıların da bunları aktardık. Ben onların yüzünü biliyorum ama onlar bu salona girseler, burada otursalar, hiçbiriniz tanımazsınız. Ya da bir vatandaşımız yolda onu görse, pazarda, arabada görse onun o olduğunu bilmez. Kahramanlık budur. Yerel bir unsur olarak birini zikredeyim, çok şey olduğu için hala gözüm yaşarır. Oradaki gidilen bir yerde, bilgi toplamak için yerel bir eleman, Türkiye'yi seven yerel bir eleman, fark edilmesi üzerine infaz edildiği haberi geliyor."

Bunların kolay yürüyen süreçler olmadığını vurgulayan Davutoğlu, "Orada görevi Türkiye'ye olan muhabbeti dolayısıyla dediğim gruplar gibi gruplardan kişiler, neredeler diye şey yaparken bir şüphe üzerine öldürülebiliyor. Bunlar isimsiz kahramanlar. Onları rahmetle anıyorum, bu şekilde zarar görmüş olanları. Bu bizim şeyler değil, yanlış anlaşılmasın ama oradaki bize müzahir şeyler. Bunlar bir kasıtla da olmayabilir, bir şüpheyle kaybediliyor."

"Bu sitem, haklı bir sitem"

Bir dönem, "Başbakan olarak oturuyor, oradakiler ıstırapı çekiyor ve Meclis'e bile bilgi vermekten kaçınıyor" diye söylemlerin olduğunu hatırlatan Başbakan Davutoğlu, şu ifadeleri kullandı:

"Bunlar, hepimizin içinde derinlemesine hissiyatla yaşadığımız süreçler. Şimdi kamuoyu bunu bütün yönleriyle daha fazla biliyor. Esas itibarıyla bundan öğrendiğimiz şey şu; böyle durumlarda acı ve keder anlarında ya da sevinç anlarında bir arada olmayı bilmeliyiz bütün bir toplum olarak. Acı ve keder anında dayanışmayı bilemezsek sevinci yaşayamayız onun için birçok kesime teşekkür etmemin sebebi o ama zorluk çıkaran kesimlere sitemimizi de onlar da anlasınlar bu sitem, haklı bir sitemdir."

Sevinç anının bir araya gelerek yaşanmasının önemine değinen Davutoğlu, şunları söyledi:

"Onun için ben Kılıçdaroğlu'nun aramasını takdir ettim, kendisine de teşekkür ettim telefonda. Nihayet kurtarılan canlar bizim canlarımız. Spekülasyon yapmanın, şüpheler beyan etmenin bir karşılığı yok. Doğrusu bu konularda hep daha milli veya Türkiye perspektifinde, bazen Suriye konusunda gensoruda, tezkerelerde filan daha milli hisleri gözeterek tavır alan Sayın Bahçeli'nin de böyle bir tebriği ya da şeyi yaşamasını isterdim. Onun açıklamaları beni şaşırttı açık söyleyeyim veya her zaman insancıl olduğunu veya bu anlamlarda etnik ve mezhep ayrımı olmaması gerektiğini söyleyen HDP'lilerin bir açıklama yapmasını beklerdim.

Bu ülkenin vatandaşları içinde Diyarbakırlı ve değişik şehirlerden Kürt kökenli vatandaşlarımız da var. Yansıdığı için, benim elimi öpmek için kapanan o hanım, Kürt kökenli bir hanımdı, Diyarbakırlıydı. Şimdi isterdim ki onlar da eşbaşkanları arasınlar tebrik etsinler bunu paylaşsınlar. Yani Sayın Demirtaş, cumhurbaşkanı seçiminde gösterdiği o genel performansı, herkesi kuşatıp, burada göstermeliydi. Hatta havaalanında olmalıydılar. Bu liderler havaalanında olsa, benimle birlikte onlara 'hoş geldiniz' demiş olsa kim ne kaybederdi?"

"Acı da bizim acımız, sevinç de bizim sevincimiz"

ANKARA (AA) - Başbakan Ahmet Davutoğlu, "Suriyeli Kürt kardeşlerimize baskı geldiğinde, Suriyeli Arap, Türkmen kardeşlerimize ne yapmışsak, aynısı yapıldı. Ne fazla ne eksik" dedi.

NTV ile Star televizyonunun ortak canlı yayınında, soruları yanıtlayan Davutoğlu, Kobani'den Türkiye'ye tam olarak 138 bin 211 kişi geçtiğini bildirdi ve Suriye'den gelenlere karşı hiçbir etnik ve mezhebi ayrım yapılmadığını söyledi.

Davutoğlu, "O kederi nasıl birlikte paylaşmışsak ve kardeşlerimizi kabul ederken, hala görüntüler, hani o askerlerimizin o yaşlı hanımları, çocukları sınırın bu tarafına taşıyan görüntüleri dururken, ertesi gün HDP'li şeylerin de bu sevinci paylaşmalarını bekledim. İki gün üst üste oldu. Bir acı ve biri sevinç ama acı da bizim acımız, sevinç de bizim sevincimiz. O bakımdan bunların hepsinden dersler çıkarıp, yeni bir döneme girmemiz lazım" diye konuştu.

Davutoğlu, bir soru üzerine, Başkonsolos Öztürk Yılmaz'ın Musul'a gönüllü gittiğini bildirerek, "Hatta bir ara Erbil'i yazayım' diye düşünmüş, 'Musul zor' diye, Musul'u yazmış. Zor şartlara kendi iradesiyle gitti" dedi.

Bu tür görevlerin hepsinin riski olduğuna dikkati çeken Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı sırasında Kerkük'e ve Libya'ya yaptığı ziyaretleri örnek gösterdi. Ziyaretleri öncesinde buralardaki tehditler konusunda önüne istihbarat raporları konulduğunu anlatan Davutoğlu, "Bir karar veriyorsunuz, 'Ben oraya gideceğim' dediğinizde bütün riskleri alıyorsunuz" dedi.

Başbakan Davutoğlu, kendisini uyaran görevlilere, gitme kararını kendisinin aldığını, hiçkimsenin bundan sorumlu olmadığını isterlerse yazıya dökebileceğini belirttiğini ifade ederek, şunları söyledi: 

"Bu şahsi aldığım bir risktir. Bazen onlar, 'Ahmet Davutoğlu olarak risk alabilirsiniz ama Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı almamalı' derler. Ben de 'yok, alıyorum, gidiyorum' demişsem, bunun gibi, bu görevleri yapanların zaten hep bir riskleri vardır. Her türlü tedbiri alsanız da risk payı vardır. Bu görevler onurlu görevlerdir ama aynı zamanda risk üreten görevlerdir. Dolayısıyla burada, Öztürk bu riskleri görerek gitti."

"İki cep telefonu yayındaydı"

Başkonsolos Yılmaz'ın iki cep telefonunun bir süre yanında olduğunu söyleyen Davutoğlu, "Cevval de bir arkadaş olduğu için iki telefonunu değişik şekillerde yanında tutmayı başardı" dedi.

Daha sonra, bunlardan birinin alındığını ve iletişimin bir müddet kesildiğini bildiren Davutoğlu, şöyle konuştu:

"Bunlar, Öztürk'ün kendi şartları içinde çözüm bulduğu konular. Çocuklar ise gerçekten, ben onun evine gittiğimde, kızlarıyla oturup sohbet ettiğimde, sonra gördüm, çocuklar bu işi, en fazla onlar hissediyor. Bir keresinde Öztürk aradığında arkada çocuk ağlıyordu. 'Ela mı?' diye sordum, telefonla görüştüğümüzde. Şimdi onların şeyleri gidiyor mu, biz onları da takip ediyoruz. Mamaları gidiyor mu, hasta mı, mesela bir ara hastalık oldu, doktor gitmediğini öğrendik, değişik kanallarla doktor gitmesini sağlamaya çalıştık. Bunları da günlük hayat içinde şey yapıyorsunuz. Çocuklara da benim dayanamadığımı herkes bilir."

"Kapımızı kapatmamız mümkün değil"

Davutoğlu, bir soru üzerine, "milletlerin zor dönemde aldıkları kararlarla tarihe geçtiklerini ve anıldıklarını" vurgulayarak, Türk milletinin tarihinde, gelene kapısını kapatmasının söz konusu olmadığını, gelenin etnik kimliğine ve dinine bakılmadığını vurguladı. 

Başbakan Davutoğlu, "Troçki gibi bir komünist de gelir, Humeyni gibi Şii din alimi de gelir. Macar milliyetçileri de gelir, Polonya milliyetçileri de gelir. Irak'tan Kürtler de gelir, Bosna'dan Boşnaklar da gelir. Kosova'dan Arnavutlar da gelir, Bulgaristan'dan Türkler de gelir. Yani böyle bir geçmişe sahipsek, böyle bir arka plan almışsak ve biz şu anda bu imkanla karşı karşıyaysak, bunun gereğini yapmak durumundayız, kapımızı kapatmamız mümkün değil" diye konuştu. 

Suriye'den ilk mültecilerin geldiği haberini Mayıs veya Nisan 2011'de aldığını ve gece 01.00'de kriz toplantısı yaptığını anlatan Davutoğlu, o sırada önlerinde ne olduğunu tam olarak bilmemelerine karşın, "Her mezhepten ve etnik kesimden kaçışlar olabilir. Buna göre tedbir alalım" dediklerini aktardı.

Davutoğlu, "Emin olun bir kere dahi, hani birileri bizi Sünni politika takip etmekle Türkmenlere, Araplara yakın olmakla Kürtlere karşı olmakla falan suçlamaya çalışıyorlar ya, bir tek toplantıda dahi bizim aramızdaki kriz yönetimimizde veya kamp kurmada, mezhep ve etnik kimlik geçmemiştir" ifadesini kullandı.

"İşte o zaman..."

Hatta, bir aşamada, Suriye'de rejime destek veren Nusayri unsurların gelmeleri durumunda nerelerde ağırlanacağının değerlendirildiğini belirten Davutoğlu, bazı Suriye rejimi yanlılarının da Türkiye'ye geldiklerini ve sağ salim dönmelerinin temin edildiğini kaydetti. 

Başbakan Ahmet Davutoğlu, şunları söyledi:

"Türkiye'de, isim zikretmeyeyim ama herkes bilir, bir siyasi parti, ana muhalefet partisi bu konuda bir suçlama yöneltti, sanki bizim mezhep ağırlıklı politika takip ettiğimiz gibi. BDP'liler de bazen Rojava'ya ilgisiz kaldığımız ve onları dışladığımız gibi... Bunların hiçbirisi doğru değil. Aslında üç gün içinde yaşananlar, son üç buçuk yılı da toplayarak söylüyorum, bir seferde en fazla mülteci son üç gün içinde geldi. Diğerleri aylara yayılarak geldi. Bir an bile tereddüt etmedik ama şu denirse işte orada mezhepçilik başlar, etnik ayrım başlar: 'Benim etnik grubumdan gelenler gelirse onlara ben yardım edeyim ya da onlar için gerekirse gidip savaşayım ama diğer etnik ve mezhebi gruplar savaşmasınlar veya gidip onlara yardım etmesinler' dediğinizde, işte o zaman ırkçılık başlar, etnik ayrımcılık başlar." 

Davutoğlu, Suriye Kürtlerinin tarihini iyi bildiğini düşündüğünü bildirerek, Türkiye'deki Kürtlerin sınırın öte tarafındaki Kürtlerle Arapların Araplarla Türkmenlerin de Türkmenlerle akraba olduğunu belirtti. Orada, akraba olmayan kimse bulunmadığını söyleyen Davutoğlu, daha önce mayın ve tel örgülerle kaplı sınırın bu yüzden açıldığını ifade etti. 

Yemen türküsünde sözü edilenler arasında yoğun olarak Suriyeli Kürtler ve Türkmenler bulunduğuna işaret eden Davutoğlu, ayrım yapmadıklarını yineledi. 

Davutoğlu, şu ana kadar Suriyeli Kürtlerin göç etmesini gerektiren bir durum olmadığını ifade ederek, malesef PYD'nin, rejimle işbirliği halinde düzen kurmaya çalıştığını kaydetti. Ama şimdi IŞİD baskısının, oradaki rejim güçlerini de tümüyle devre dışı bırakınca, PYD unsurları ile IŞİD'in karşı karşıya kaldığını dile getiren Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Oradaki Kürt kardeşlerimiz, bazen PYD'nin de baskısı altında kalıp Kuzey Irak'a kaçtılar. Barzani ile PYD'nin arası açıldı. Biz, sınırımıza gelene bakmayız, daha önce kimi destekledi, ne oldu, ne bitti... Yezidilere de... 36 bin Yezidi var. Yani 'Müslüman mı, Hristiyan mı, Yezidi mi' diye de bakmayız. Böyle bir ayrım hiçbir zaman olmadı. Onlara tek, 'rejimle işbirliği yapmayın, bu zulme alet olmayın' şeklinde telkinlerimiz oldu. Salih Muslim Türkiye'ye geldi, sonra da ne zaman insani yardım talebi olmuşsa bizzat bana gelmişlerse her zaman elimize gelen yardımı da yaptık. Açılmayacak kapıları açtık. Bu olayda da Suriyeli Kürt kardeşlerimize baskı geldiğinde, Suriyeli Arap, Türkmen kardeşlerimize ne yapmışsak, aynısı yapıldı. Ne fazla ne eksik.

Ama şunu da söyleyeyim: Türkiye'nin içinde kamu düzenini kimse yok sayamaz. Yani, diyelim 'Urfa'daki Araplar, karşı tarafta Araplar öldürülürken sınıra giderse; Türkmenler, karşı tarafta Türkmenler öldürülürken sınıra giderse ya da Nusayriler giderse içeride biz düzen koruyamayız.' Nasıl Kürtlerin canı azizse Arap'ın da azizdir, Türkmen'in de azizdir, Sünninin de Azizdir, Nusayrinin, Alevinin, İsmailinin, hepsinin azizdir. Şimdi içeriden, 'Ben savaşmaya gidiyorum'... Peki daha önce Araplar veya Türkmenler gitmek istediğinde bunu bir terör faaliyeti olarak görüyordun. Şimdi niye böyle görüyorsun? Bu doğru değil."

"Türkiye'ye bulaşmaması için çok büyük özen gösterdik"

Başbakan Davutoğlu, hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Suriye'ye gitmelerini mazur da doğru da görmediklerini, bir fayda getireceğine de inanmadıklarını belirterek, "Oradaki zulmü durdurmak için ne yardım gerekiyorsa hiçbir ayrım yapmadan, her etnik ve mezhebi gruba yardım ederiz ama bizim vatandaşlarımızın Türkiye sınırları içindeki güvenliğini tehdit edecek veya bu vatandaşlarımızı gereksiz maceraya sürükleyecek her türlü işin, eylemin de doğru olmadığı kanaatindeyiz. 138 bini içeri alırken, içeriden de dışarıya şey yaparsak, o zaman Türkiye içinde kamu düzeni kalmaz" diye konuştu.

Suriye ve Irak'taki savaşın Türkiye'ye bulaşmaması için çok büyük özen gösterdiklerini, bu özeni göstermeye devam ettiklerini kaydeden Davutoğlu, "Suriye rejimi bizi dinlemiş olsaydı 9 ay yalvardığımızda, bunlar başına gelmeyecekti. Maliki bizi dinlemiş olsaydı, bunlar başına gelmeyecekti. Maliki ve Esad bizi dinlemediği zaman bunu uluslararası topluma anlattığımızda, onlar bizi dinlemiş olsalardı, bunlar kimsenin başına gelmeyecekti. Bunların hiçbirisinin sorumlusu Türkiye değil. Bunların hiçbirinin sorumlusu, masum Irak ve Suriye halkı da değil" ifadelerini kullandı.

"Türkiye kendi inandığı doğrular etrafında kararlı tutum alabileceğini her zaman göstermiştir"

Başbakan Ahmet Davutoğlu, "Uluslararası kamuoyuna da buradan söylüyorum: Türkiye bir şey ispat etmek zorunda değil. Türkiye kendi inandığı doğrular etrafında kararlı tutum alabileceğini her zaman göstermiştir" dedi.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin bir televizyon kanalındaki “Söz vermek önemli değil aksiyona bakarız, şimdi rehineler serbest bırakıldı, kanıt artık pudingin içinde” şeklindeki sözlerine ilişkin değerlendirmesinin sorulması üzerine Davutoğlu, Kerry ve ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel’in Türkiye’ye yaptıkları ziyaretlerde ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da ABD Başkanı Obama ile yaptığı görüşmede bu konuların gündeme geldiğini dile getirdi.

Konunun, sadece IŞİD bağlamında değil bölgedeki genel durum ile ilgili değerlendirme şeklinde gündeme geldiğini anlatan Davutoğlu, şunları söyledi:

“Ama son dönemde gerçekten uluslararası basında da Türkiye’ye de bazen yansıyacak şekilde öyle bir hava oluşturuluyor ki sanki Türkiye bir şekilde sınavda olan bir tarafta bir şey ispat etmek zorunda. Herkesin bilmesi gereken bu, ben bunu Sayın Kerry’ye de Dışişleri Bakanlığı dönemimde de söyledim, şimdi bütün uluslararası kamuoyuna da buradan söylüyorum: Türkiye bir şey ispat etmek zorunda değil. Türkiye kendi inandığı doğrular etrafında kararlı tutum alabileceğini her zaman göstermiştir. İttifaklık ilişkisi gerektirdiğinde müttefikler bazen bazı hassasiyetlerimize yeterli özen göstermediği dönemlerde dahi bu özeni ne kadar göstermiş olduğuna bizzat onlar şahittir ama buradan hareketle bütün meseleyi rehinelerle ilişkilendirip, 'rehineler olduğuna göre bakalım ne yapılacak' gibi bir şey Türkiye gibi bir ülkeye sorulmaz. Ne yapacağımıza biz karar veririz ve bu kararı da biz şimdi vermedik.

Üç sene önce bütün dünyaya ‘Eğer Esad’ın bu zulmü durmazsa, bu mazlum insanlara sahip çıkan olmazsa  terörizm artar, radikalizm artar’ diye, keşke duvarların dili olsa da o toplantılarda kor grup, çekirdek grup toplantılarında o Birleşmiş Milletler zeminlerinde telefon görüşmelerimizi şimdi yayınlasak, müttefikleri harekete geçirmek için uluslararası toplumu harekete geçirmek için birileri bir şeyi ispat edecekse bu mazlumlar karşısında Birleşmiş Milletler kendisi ispat etsin, 350 bin insan öldü, 4 milyon insan mülteci, birileri bir şey ispat edecekse önce uluslararası toplum varlığını ispat etsin. Kimyasal silah kullanıldı, cezalandırıldı mı? Scud füzeleriyle insanlar öldürüldü, varil bombalarıyla öldürüldü, bir tek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı çıkarılabildi mi?”

"Hiçbir zaman ikili bir dil kullanmadık"

“IŞİD’e karşı olan tutum, teröre karşı olan tutum aşikardır” ifadesini kullanan Başbakan Davutoğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Dün dahi televizyonda birileri, bunlar hiçbir zaman bizim hükümetimizin IŞİD’e ‘terör örgütü’ demediğini söylüyor. Ya cahiller ya da olayları takip etmiyorlar ya da kasıtlı yapıyorlar. Biz 13 Ekim 2013 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla IŞİD’i terör örgütü ilan etmiş bir hükümetiz. Ekim 2013, bir sene önce daha ortada Musul baskını yok hiçbir şey yok ve yine sınırlarımızı yaklaştığı için bu radikal örgütlere karşı operasyon, yani tarafımızdan Azzaz’la Münbiç arasında top mermisiyle mukabelede bulundu bizim tarafa düştü diye. Mukabele biy misil yapıldı. Yani açıp baksalar bunlar 13 Ekim 2013 tarihli Resmi Gazetede ne dediğimizi görürler. Yok ama niyet başka. Niyet şu; rehinelerimiz oradayken bize bir şey söyletecekler ve bir şekilde bizi problemin parçası haline getirecekler.

Aynı şekilde şimdi de niyet eğer bölgede ortak strateji gerçekleştirmekse uluslararası basın anlamında da söylüyorum: Türkiye önüne imtihan kağıdı konulacak bir ülke değil, oturulup eşit olarak konuşulacak bir ülkedir. Otururuz bizim kaygılarımız var, bizim ulusal çıkarlarımız var, bizim önceliklerimiz var onlarla birlikte konuşuruz.

Şimdiye kadar da Amerikalı bütün yetkililerle her düzeyde hep bu şekilde konuştuk, hiçbir zaman ikili bir dil kullanmadık. Ne söylediğimiz bellidir, neyi yapacağımızı da herkes bilir. O anlamda doğrusu Sayın Kerry’nin bu kadar yansıyan şekliyle ifadeleri bizimle olan hukuku bağlamında da doğru bir zeminde değil. Mutlaka kastettiği daha önceki ifadelerinden de şey yaptığımız, tabii rehinelerle ilgili durumumuzu anladığını ifade ediyor. Bu doğrudur.”

Rehinelerin kendilerinin birinci önceliği olduğunu ve bunu her zaman söylediklerini ifade eden Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Rehinelerle ilgili önceliğimiz bir anlamda yerine geldi veya aşıldı dedikten sonra bizim esas meselemiz bölgede huzur ve istikrarı sağlayacak iyi bir yaklaşımın benimsenmesidir. Burada da mesele IŞİD’le veya genel olarak şiddetle terör örgütleriyle mücadele esas olmakla birlikte bu mücadelenin sonrasını da görmeyi istemek veya bunun hangi parametreler üzerinde yürüyeceği konusunda bir ortak zemin bulmak talebimizde haklıdır. Yani eğer IŞİD’i tasfiye etmek suretiyle ki tahliye edilmelidir bütün bu örgütler bu anlamda bölgede herkes için tehlike teşkil eder, buna Suriye rejiminin önünü açacak şekilde bir şey olursa bugün o isimli olan örgüt yarın başka isimle çıkar.

Mesele Suriye halkının sahipsizliği. Suriye halkına Esad devlet başkanı olarak sahip çıkmadı katletti, uluslararası toplum sahip çıkmadı, Özgür Suriye Ordusu, ılımlı muhalefeti desteklemedi ve zayıfladı o muhalefet, e o zaman birisi çıktı ‘ben bu meselenin sahibiyim veya koruyucusuyum’ gibi bir şeyle öne çıktı ve bir boşluğu doldurmaya çalıştı. Aynı şey Maliki için, Allah aşkına az mı tenkit edildik Maliki’nin politikalarını eleştirdik diye. ‘Sünni kesimi dışlamayın’ dedik."

Irak'ta Sünni siyasetçilerin birer birer devre dışı bırakıldıklarını anımsatan Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Tarık Haşimi, Rafi İsavi, Nuceyfi... Sünni siyasetçi kalmadı, siyaseti olmayan yapı neye yönelir? Kendini korumak için bu tür eylemlere yöneliyor. Bunu söylediğimizde bu, IŞİD’i mazur göstermek değil. IŞİD denilen yapı, en büyük zararı İslam’a veriyor çünkü İslam ile algıyı bozuyor. Bizim İslam telakkimizle arasındaki farklar aşikar. Bunları hep söyledik. Fakat görmek istediğimiz şey şu; 'yağmurdan kaçarken doluya tutulma' denir, geçmişte Özgür Suriye Ordusu 'bu hakları savunacağım' derken onu desteklememenin bedeli ağır oldu. Şimdi bu harekat sadece bir tehdidi ortadan kaldırmak değil bir düzeni de yani kalıcı bir düzeni de tesis etmek için kurulmalı. Yoksa o tehdit ortadan kalkar başka bir tehdit ortaya gelir. Bu noktada Türkiye’nin kanaatleri, maalesef öngörüleri hep doğru çıktı.

Kimyasal silahlar kullanıldığında söyledik o zaman gönüllüler koalisyonu talep edildiğinde ‘Biz oluruz’ dedik bunu doğru bulduğumuzu söyledik. Neden? Çünkü kimyasal silah kullanıldığı zaman eğer o kimyasal silah oluşturduğu dehşet başka bir dehşeti doğurur. Başka bir dehşet de işte son dönemdeki o görüntüler. Bu dehşetler birbirini şey yaptı, aradaki gri alan yok edildi. Gri alanı Suriye Ulusal Koalisyonu temsil ediyordu. Bu zayıflatıldı, bilinçli bir şekilde neredeyse zayıflatıldı. Daha sonra kimyasal silah dışında Cenevre 2 süreci, muhalefetin katılmasına ikna ettik her türlü desteği verdik ama Cenevre 2 sürecinde ne elde edildi. Şimdi bu hat üzerinde büyük kitleler kendilerini sahipsiz addediyorlar ve tek tek ne yapabileceklerini, nasıl kendilerini savunacakları konusunda bir çaba içine giriyorlar.

Biz geçmişte her zaman uluslararası toplumun aldığı her kararı, yani olumlu yönde aldığı kararı içinde bulunduğumuz kararın gereğini yaptık. Şimdi Türkiye sanki gereğini yapmamış gibi, önünde ne olduğunu göreceğiz gibi bir sınava sokulamaz. Biz kendi kararımızı alırız, bu karar milli menfaatlerimizi korumak için alınması gereken bir kararsa gereğini yaparız. Türkiye’nin bölgedeki ağırlığı ve bölgeden gelebilecek riskleri tabiri caizse minimize etmek için, bertaraf etmek için ne yapmak gerekiyorsa yaparız ama uluslararası basın üzerinden Türkiye’yi böyle sınava sokar gibi bir psikoloji oluşturulmasını da kabul etmeyiz.”

"Demokrasi dalgası esiyordu"

Türkiye'nin pozisyonunu, Kerry ve Amerika yönetiminin çok iyi bildiğini vurgulayan Davutoğlu, "Geçmişte birçok kereler ne yapılması gerektiğini anlattığımızdaki kanaatlerimizi de biliyor, nasıl bir bölge arzu ettiğimizi de biliyor. 2012 yılında Ortadoğu bölgesinde demokrasi dalgası esiyordu, demokrasi rüzgarı vardı. Eğer bugün Ortadoğu bölgesinde demokrasi rüzgarı yerine terör rüzgarı esiyorsa o demokrasilerin arkasında durmayanlar öncelikle kendilerini sorgulamalılar. Biz ilkeli olarak durduk. Bu sefer biz koyarız pudingin içindeki şeyi görmek bakımından, 'ne kadar mülteci alacaksınız' diye sorarız bütün dünyaya" diye konuştu.  

Türkiye'nin üç günde 138 bin mülteci aldığını, bütün Avrupa'nın ise 3 yılda 130 bin civarında olduğunu söyleyen Davutoğlu, şunları kaydetti:

"Biz, 3 günde aldık, arkamıza bakmadan aldık. Buradan gelebilecek riskleri göre göre aldık. 1.3 milyon kişi Türkiye'de bu aziz millet tarafından ağırlanıp, her türlü imkanlarıyla paylaşıyorsa bu milletin önüne kimse sınav kağıdı koyamaz. Biz gereğini yaparız, ne düşünüyorsak biz düşündüğümüz için yaparız. Birisi bize söylediği için yapmayız. O zaman biz herkesin önüne 'bu mültecilerden kim sorumlu' diye sorarız. Bunu sadece Amerika için söylemiyorum bütün dünyaya. 'Kim bu mülteciler, akın akın Türkiye'ye Ürdün'e Lübnan'a giderken gerekli tedbiri almadı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ne yaptı' diye sorarız. Eğer IŞİD gibi terör örgütleri tasfiye edilecekse ki edilmeli etkileri yok edilecekse bunlar hepsi doğru şeyler. Sonrasında 'bu kitlelere ne vadediyorsunuz' diye sormak da düşer.

Yani bu kitleler siyasal sistem içerisinde nerede duracaklar. Ordusu yok, orduyu kendi ordusu gibi göremiyor çünkü Suriye'deki bütün ordu şu anda bütün istihbarat yüzde 12'lik bir azınlığın elinde. Geri kalan ne yapacak. Aynı şekilde Irak ordusu yüzde 95 nispetinde tek bir mezhepten oluşuyor. Bunu herkes biliyor ve istatistiklere yansımış olan bir şey."

Böyle bir yapının sürdürülmesinin mümkün olmadığını ve sürmesi halinde savunmasız kitlelerin nereye savrulacaklarının da belli olmayacağını dile getiren Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bizim arzu ettiğimiz şey; 2012'de kaybedilen o demokrasi dalgasının tekrar onurlu bir şekilde ve eşit vatandaşlık ilkeleri etrafında bütün halklara sunulabileceği bir ortamın oluşturulması. İster Müslüman olsun ister Hrıstiyan, ister Sünni olsun, ister Nusayri, ister başka mezhepten. İster Yezidi, ister Keldani, ister Arap, ister Türkmen, ister Kürt olsun herkesin eşit vatandaşlık haklarından yararlandığı bir Irak, bir Suriye. Eşit vatandaşlık hakları, hani insan haklarının tümüyle yerleşmesi zaman alabilir ama eşit güvenlik hakkı en azından eşit güvenlik hakkı yani 'ben Sünniyim' diyen birinin Basra'da rahat dolaşabilmesi, Lazkiye'de rahat dolaşabilmesi, 'ben Şiiyim' diyen birinin Musul'da rahat dolaşabilmesi, Halep'te rahat dolaşabilmesi, 'ben Nusayriyim' diyen birinin Deyrizor'da rahat dolaşabilmesi İdlib'de rahat dolaşabilmesi... Bunlar olabildiği  zaman kalıcı barış olur." 

"Başörtüsü çilesini ben eşimden, çocuklarımdan 30 yıl yaşamış biriyim"

Başbakan Ahmet Davutoğlu, birilerine baskı olmasın diye başka birilerine baskı yapmanın sadece Türkiye'de olduğunu ifade ederek, "Başörtüsü çilesini ben eşimden, çocuklarımdan 30 yıl yaşamış biriyim. Hep söylenen şu: O başörtüsü takarsa başı açık kendisini baskıda hisseder, onun başörtüsü takmaması için baskı uygulayalım'. Birisinin muhtemel baskı görmemesi için birine fiili baskı uygulanıyor. Bu, adalet değil. Herkes aklı başında, onurlu insanlar. İsteyen takar, isteyen takmaz" dedi. 

Başbakan Davutoğlu, NTV-Star ortak canlı yayınında gündeme ilişkin soruları yanıtladı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Musul'da alıkonulanların kurtarılarak Türkiye'ye getirilmelerinin ardından New York'a giderken "Bundan sonra karar mekanizmalarımız daha rahat olacak" dediğinin hatırlatılması ve "Bunun anlamı insani konu mudur yoksa IŞİD'e karşı askeri meselelere biraz daha yaklaşma olasılığını bu ne kadar güçlendiriyor" sorusunu cevaplarken Davutoğlu, bölgede çok dinamik bir süreç yaşandığını vurguladı. 

Türkiye'nin kendi yakın sınırlarında bir güvenlik kuşağı oluşturması konusunda, mülteci akınını sınırların ötesinde tutabilmek ve oradaki halka güvenli alan oluşturabilmek için 2.5 yıl önce ilk kez "güvenli alan", "güvenli bölge" ve "uçuşa yasak" bölge teklifinde bulunduğunu belirten Davutoğlu, "Bunlar masaya gelip de ciddi bir şekilde konuşulacağı zaman tabii ki biz destek veririz" dedi.

"Güvenli bölge" tabirini daha doğru bulduğunu dile getiren Davutoğlu, sözlerine şöyle devam etti:

"Güvenli bir bölge oluşup, Türkiye'ye mülteci baskısı azaltılacaksa bunun parçası olduğu bir planlamayı doğru görürüz ama sadece havadan vuralım, bu arada da şu veya bu şekilde oradan kitleler halinde kaçışlar olur... Her hava bombardımanı mülteci dalgası oluşturur. Bizim yaşadığımız tecrübe bu. Bunun tedbirinin alınması lazım. Bunu da Amerikalılarla her düzeyde en geniş bir şekilde konuştuk. Bunlar konuşulmuyor zannedilmesin. Bütün müttefiklerle uluslararası toplumla da gerektiğinde bunları konuşuyoruz. Çevremizde birkaç ülke dışında kendi ülkesinin bütününü koruyabilen ordu kalmadı. İsrail var, İran var. Ukrayna ordusunu düşünün, güvenliği sağlayamıyor. Irak, Suriye, Lübnan ordusunun karşı karşıya kaldığı zorluklar malum. Libya'da ordu yapısı yok. Böyle bir durumda, Türkiye böylesine karmaşık bir coğrafyada kendi güvenliğinin riske edilmesine izin vermez.

Güvenlik olmadan ekonomik kalkınma da refah da olmaz. Türkiye gereksiz yere, kendi ülkesini maceraya sokacak adımlar içinde olmaz. Geçmişte de olmadık. Birileri bize bunu hem atfettiler ama Türkiye eğer hala kendi sınırları içinde güvenli bir şeyi muhafaza ediyorsa bunda Türkiye'nin takip ettiği akıllı ve erdemli politikanın bir payı var. Hem insani olarak gereğini yaptık hem çözüm süreciyle kendi içimizdeki toplumsal entegrasyonu, bütünleşmeyi tahkim ettik ve ediyoruz. Böylece içeriyi emniyet içine aldık. Ekonomimizi riske edecek her türlü şeyden kaçındık. Dışarıda da mümkün olduğu kadar, tehdidi sınırlarımızın ötesinde tutmaya çalıştık. Şimdi de herhangi bir bölgesel çalışmada veya koalisyonda, Türkiye'nin bu çıkarlarını gözeten bir tutumun olmasına özen gösteririz, bunu görmek isteriz. Bir şekilde şey yapalım, sonra ne olacağına karar veririz olmaz. Geçmişte maalesef ya böyle ya da tedirgin davranarak geldiğimiz sonuçlar ortada."

"Zorunluluklara dayalı değil daha özgürlükçü bir yaklaşım"

Bakanlar Kurulu'nda, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okulların kılık kıyafet yönetmeliğinde değişiklik yapılması kararı alındığının hatırlatılması üzerine Davutoğlu, gerek eğitim hayatında gerek toplumsal alanda, son dönemde ciddi bir özgürleşme ve demokratikleşme çabası olduğunu, bu çabanın üniversite ve liselerde gözlenir hale geldiğini ifade etti.

Davutoğlu, "Mecburiyetlere, zorunluluklara dayalı bir yaklaşım değil de daha özgürlükçü bir yaklaşım. Bu çerçevede yönetmelik içinde düzenlemeler var, bunu sadece başörtüsü ile ilgili olarak telakki etmemek lazım ama başörtüsü de bunun bir parçası tabii'" diye konuştu. 

"Ortaöğretimde başörtüsünün bir baskı unsuru olup olmayacağı tartışmalarının" gündeme gelebileceğinin belirtilmesine karşılık Başbakan Davutoğlu, şunları kaydetti:

"Bunlar hep argüman. Genellikle özgürlüğü sınırlamaya kalkanlar, 'şu yapılırsa öbürlerine baskı olur'... Birilerine baskı olmasın diye başka birilerine baskı yapmak bir tek bizde vardır. Başörtüsü çilesini ben eşimden, çocuklarımdan 30 yıl yaşamış biriyim. Hep söylenen şu: O başörtüsü takarsa başı açık kendisini baskıda hisseder, onun için onun başörtüsü takmaması için baskı uygulayalım. Birisinin muhtemel baskı görmemesi için birine fiili baskı uygulanıyor. Bu, adalet değil. Herkes aklı başında, onurlu insanlar. İsteyen takar, isteyen takmaz.

Allah aşkına, 10 sene önce memurlar arasında başörtüsü takılırsa kıyamet kopar zannediliyordu. Bir baskı mı var? Dün bazı şeyler için birkaç hastaneye gittim. Başörtülü doktor var, başı açık var. O kadar da güzel bir ortamda gördüm ki hepsini. Herhangi bir gerilim yok. Üniversitelerde gerilim mi var? Bazı başörtülüler başını açıyor belki, bazı başı açıklar da başını örtüyor. Şu mantık yanlış bir mantık, 'Senin böyle davranman, benim üzerimde baskı oluşturuyor, dolayısıyla senin böyle davranmaman için sana baskı yapayım.' Böyle özgürlük anlayışı olabilir mi?"

"İnsan öğretmense bunun bir ahlakı var" 

Herkesin kendi hayatını istediği şekilde yaşayacağını belirten Davutoğlu, "Şu ana kadar da herhangi bir hayat tarzı, yaşam biçimi, ne derseniz deyin, buna dönük bir baskı olmadı ama kendi hayat tarzına baskı edilmemesini isteyenler başkalarının hayat tarzına baskı uygulanması talebinde bulunmamalıdır. Bu da ayrı bir çelişki. Kimse kimseye üstün değil. Eğer sen kendi hayat tarzına müdahale edilmesini istemiyorsan sen de benimkine etmeyeceksin. Birilerinin zorla 'başörtüyü tak' demesini istemiyorsan sen de birilerine zorla 'başını aç' da demeyeceksin" diye konuştu.

Bir öğretmen sınıfa girdiğinde, karşısındaki öğrencinin "başı açık mı örtülü, Müslüman mı Hristiyan mı, Sünni mi Alevi mi" olduğuna hiçbir zaman bakmadığını anlatan Davutoğlu, şu ifadeleri kullandı:

"Onlar benim için öğrencidir. Bir kişi çıksın desin ki: Ahmet Hoca, akademik hayatı boyunca ki kendi ailem başörtüsü sebebiyle baskı görürken, başörtülülere daha yakın davrandı, ona tebessüm etti de diğerine etmedi. Çünkü bir insan öğretmense bunun bir ahlakı var. Karşımdaki sadece öğrencidir. Ben onu görürüm. Lisede de üniversitede de öğretmenlerimiz artık sadece öğrenci görecek. Yanyana oturan öğrenciler de 'başı açık mı, örtülü mü' diye değil, arkadaş görecekler birbirlerini. Bu kadar basit. Bunu öğrenmek için bile bu özgürlük şart."

Uyuşturucuyla mücadele 

Bakanlar Kurulu toplantısında ele alınan konulardan birinin de iş güvenliği olduğunu dile getiren Davutoğlu, ekim ayında, "en tehlikeli" kategorisine giren bütün işyerleri sahiplerinin ve kendisinin katılımıyla bir toplantı yapılacağını, eylem planının anlatılacağını belirtti. 

Kurulun bugünkü toplantısında uyuşturucuyla mücadelenin tüm yönleriyle ele alındığını da aktaran Davutoğlu, mücadelede yeni ilkesel ve yapısal çerçeve ile yeni süreç yönetiminin belirlendiğini, kısa, orta ve uzun vadeli bir eylem planı çerçevesi oluşturduklarını söyledi. 

Süreç yönetiminde, uyuşturucu tehdidinin ortaya çıkmasını engelleyici faaliyetlerin yer alacağı koruyucu aşama, polisiye ve asayiş tedbirlerini içeren önleyici ve engelleyici aşama ve üçüncü olarak da rehabilitasyon ve tedavi aşamasının olacağını kaydeden Davutoğlu, toplumun en üst katmanından mahallelere kadar inen bir yapı oluşacağını ifade etti.

İlgili bakanlıkların, sivil toplum kuruluşlarının ve kurumların katılımıyla belirli aralıklarla "Uyuşturucu ile Mücadele Şurası" toplanmasının öngörüldüğünü dile getiren Davutoğlu, Şuranın kasımda yapılmasının amaçlandığını söyledi. 

Davutoğlu, "Bizde oran Avrupa'ya göre düşük görünüyor, yüzde 2,7. Mümkünse orta vadede bunun yüzde 1'in altına çekilmesi, 2023'e doğru giden süreçteyse yüzde 0,5'in altına inerek minimize, marjinalize hale getirmesi için bir takvim önümüze koyduk" diye konuştu. 

"28 Şubat brifinglerinde hizaya giren yargıyla, yurt dışından gelen talimatla hizaya giren yargı arasında hiçbir fark görmem"

Başbakan Ahmet Davutoğlu, "28 Şubat brifinglerinde hizaya giren yargıyla bugün yurt dışından gelen talimatla hizaya giren yargı arasında hiçbir fark görmem" dedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Yahudi Kongresi Başkanıyla görüşmesin iptal edilme nedenine ilişkin soru üzerine Davutoğlu, görüşmenin iptal gerekçesiyle ilgili kendisine gelen bir bilgi bulunmadığını, bu yüzden bu konuda yorum yapmak istemediğini söyledi.

Prensip olarak hiçbir zaman dini cemaatlerden gelen görüşme taleplerini reddetmediklerini belirten Davutoğlu, "Kim olursa olsun hatta bize çok aykırı kanaatlere de sahip olsalar hep bu görüşmeleri yaptık. Kanaatlerimizi de çok açık bir şekilde söylemekten çekinmedik" dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başbakanlığı dönenimde ABD'de Musevilerin temsilcileri ve diğer dini temsilcilerle bazı Rum Ortodoks temsilcileriyle de görüştüğünü bildiğini, kendisinin de Ermeni temsilcileriyle görüştüğünü aktaran Davutoğlu, hiçbir dini cemaate karşı önyargılı bir yaklaşımları olmadığı gibi Türkiye'nin görüşlerinin yakından bilinmesi için görüşmeleri faydalı da buldukları bildirdi.

HSYK seçimleri

Ahmet Davutoğlu, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri ve Yargıda Birlik Platformu üyelerinin kendisini ziyaretine ilişkin soru üzerine, HSYK seçimleri sürecinin, kendisini de rahatsız ettiğini söyledi.

HSYK seçimlerin, bir toplumda böylesine gündem oluşturmaması gerektiğini belirten Ahmet Davutoğlu, "HSYK seçimleri nihayet toplumun en seçkin kesimi olarak gördüğümüz ve toplum adına yetkisi verdiğimiz hakimlerle toplum adına bir araştırma, iddia oluşturma yetkisi verdiğimiz savcıların, kendi aralarında halletmesi gereken bir süreç" dedi.

Başbakan Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Peki buraya nasıl gelindi? Şuradan gelindi, 2010 referandumu öncesinde yargıda bir elit, kendi içinde yargının bütün karar mekanizmalarını çok dar bir ekiple yönetiyordu. Bunun oluşturduğu bir tepki vardı. Siyasi irade, bence haklı bir tepkiyle, 'madem ki hakim ve savcılarımıza güveniyoruz, o zaman bırakalım onlar seçsinler. 'Her biri katılarak seçsin' diye demokratik bir prensip benimsedi ve bu referandumda da kabul gördü ama Anayasa Mahkemesi değişiklik yaptı biliyorsunuz. Bir kişi bir oy yerine 'blok liste' diye yargıda olmaması gereken, 'blok liste' dediğinizde ekipler çıkar. O ekip, bu ekibe karşı. Hangisi kazansa diğerini tasfiye etmiş gibi olur. Üç ekip olursa koalisyonlar doğar. Bu karar, bence ilk darbeyi vurdu.

Arkasından bu karardan bir istifade. Bu sefer bir grup, bütün yargıyı denetimi altına alabilmek ve bunu da Türk siyasetini yönlendirebilmek amacıyla araç olarak gören bir grup, hepimiz biliyoruz bu grubun kimliğini, ne yaptığını, ne ettiğini. Her türlü yöntemi kullanarak geçen seçimlerde bir üstünlük kazandı. Bu üstünlüğü kullanarak neredeyse Demokles'in kılıcı gibi, siyasi otorite üzerinde, toplum üzerinde bir baskı oluşturdu. Hangi davaya hangi savcı bakacak? Bu savcı üzerinden kimlere ne aktarılacak? Bunlar bir güç oyununun parçası haline getirildi. Eskiden başka bir güç oyununun parçasıydı. 28 Şubat brifinglerinde hizaya giren yargıyla bugün yurt dışından gelen talimatla hizaya giren yargı arasında bir fark görmem, hiçbir fark görmem.

Herbir hakim ve savcı, adaletin esası budur, tek başına vicdanıyla karar verdiği zaman hükmedebilir ama toplu karar verdiklerinde, toplu olarak 'biz şunlara karşı şu kararı alalım, şunlara karşı şunu destekleyelim' dediğinde yargı, kendi içinde başka bir siyasileşme süreci yaşıyor. Bir güç oyununun parçası haline gelir. Hüküm tek başına vicdanla verildiği zaman adil hüküm olur. Savcı, kendi vicdanıyla iddia hazırladığı zaman... Ama öyle network oluşturuldu ki öyle bir ilişkiler ağı oluşturuldu ki emniyetteki bir yapı, yargıdaki bir yapıyla iletişim halinde, etkileşim halinde, bunların dışındaki bazı otoritelerle birlikte bir güç oyununun parçası haline yargıyı getirmek istediler. Keşke hiçbirimizin haberi olmadan hakim ve savcılarımız tek başlarına yani tek tek karar vererek olsaydı. Milletten aldığı yetkiyi kullanan bir siyasi iradenin yargıda bu tür yapılanmalar üzerinden kendisine baskı oluşturulmasına izin vereceğini kimse beklememeli."

"Tek ölçüleri adalet olsun"

Yargıda Birlik Platformu üyeleriyle buluşmaktan memnuniyet duyduğunu, başka bir grup kendisinden randevu istese onlarla da görüşebileceğini ancak önce "toplumun her kesimini temsil ediyorlar mı" diye baktığını aktaran Davutoğlu, bunun kendisi için önemli bir kriter olduğunu belirterek, "Bana gelen Yargıda Birlik Platformu grubunun içinde sosyal demokratlar vardı, milliyetçi kanattan gelenler vardı, muhafazakar kanattan gelenler vardı, kendilerini ifade ettikleri için söylüyorum. 'Biz şu siyasal görüşe sahip olmakla birlikte buradayız' diye ifade ettikleri için söylüyorum. Sünni vardı, Alevi vardı. Türk vardı, Kürt vardı" dedi.

Bu tablonun kendisini memnun ettiğini vurgulayan Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Neden? Çünkü toplumun her kesimi orada. Birileri toplanıp da karar verecek olsa herhangi bir grup diğerine egemen olabilecek üstünlüğe sahip değil. Bizim istediğimiz HSYK da böyle bir yapı. Hiçbir grup diğerine egemen olmasın, tek ölçüleri olsun adalet, tek ölçüleri olsun ehliyet ve liyakat, kime ne görev vereceklerse kendi vicdanlarına danışarak versinler. Bize danışmasınlar. Böyle bir şey istemiyoruz. Gelip de 'şu dairede kim görev alacak' diye bize danışmasın ama başkasına hiç danışmasın. Bari biz milletten yetki almışız danışılmasının bir meşruiyeti var. Milletten yetki almamış, yurt dışında oturan bir otoriteye eğer HSYK mensupları danışacaksa esas yargı bağımsızlığı orada biter, hatta ülkenin bağımsızlığı biter. Biz buna izin vermeyiz. Çok açık söylüyorum: Bu, yargıya müdahale değildir. Bu, ülkenin kaderiyle ilgili olarak takınılan bir tutumdur.

Şu rehinelerimizin kurtarılma sürecinde bile bu çevrelerin yaptığı yayınlara bir bakın. Hala şüphe oluşturmak, hala bir takım şeyler. Orada da bir savcı var. Görev alanının dışına çıkıp MİT tırlarına operasyon yapan o savcı, eğer bizim şu rehine operasyonundan haberi olsaydı muhtemelen onu engelleyebilir ve 'sırf MİT'e darbe olsun' diye onu deşifre edebilirdi. Böyle bir şeye müsaade edebilir miyiz?"

Davutoğlu, "Siyasi sorumluluğu üslenmiş birisi olarak bir kere daha teyiden söylüyorum: Hükümetimizin ve AK Parti'nin yargıya müdahale diye bir niyeti yok, olmaz ama birileri yargıya müdahil olmak isterse ve bu müdahil olma üzerinde bu ülkenin kaderiyle oynamak isterse buna da izin vermeyiz" dedi.

Yargı mensuplarının kendilerinden hiçbir baskı görmeyeceğini vurgulayan Davutoğlu, "Gerçekten bağımsızlığı yok edecek olanın dışarıdan değil, içeriden gelebileceğini gözeterek, tek bir listenin hakimiyeti değil, tek bir ideolojinin hakimiyeti değil, herkesin içinde olduğu bir HSYK oluşumunun önünü açsınlar. O zaman görecekler ki yargı da kendi rolünü oynayacak bu ülkede, yürütme de yasama da. Bizim arzu ettiğimiz bu" diye konuştu.

Çözüm süreci

Davutoğlu, çözüm sürecine yönelik soru üzerine de geçen yıl da eğitim döneminin başında protesto ve boykotlar yapıldığını anımsattı. Bu konudaki kamu düzeni sıkıntısının büyük ölçüde aşıldığını, gelecek günlerde olağanüstülük beklemediklerini belirten Davutoğlu, "Çözüm süreci sadece Türkiye için değil, bölge için de çok önemli" dedi.

Çözüm sürecinin şu anda Ortadoğu bölgesindeki tek başarı hikayesi olduğunu ifade eden Davutoğlu, "Toplumlar parçalanırken, etrafımızdaki ülkeler etnik veya mezhebi kimlik üzerinden ciddi iç gerilimler yaşarken, Türkiye tüm olumsuzluklara rağmen 30 yıllık bir gerilimi yavaş ama emin adımlarla çözme yolunda" diye konuştu.

Çözüm sürecinin sağlıklı bir zeminde yürüdüğünü gördüğünü ve bundan da büyük bir mutluluk duyduğunu kaydeden Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Eğer Irak ve Suriye'de bu düzensizlikler olmasaydı, muhtemelen çok daha hızlı seyredecekti bu süreç ama tabii bölgedeki o huzursuzluk içeride de bir devinim doğuruyor. Biraz önce Rojava'dan gelen Kürt kardeşlerimizle ilgili konuda olduğu gibi. Bizim burada özellikle çözüm sürecinin tarafı olan herkese  çağrımız şudur; önce bizim kendi ülkemiz içindeki bu düzeni koruyalım, sonra başka ülkelerdeki Kürt, Arap, Türkmen hepsine sahip çıkalım. Oradakilere sahip çıkmak da bizim görevimiz. Burada da hiçbir önyargı taşımıyoruz. Rojava'daki bir Kürt kardeşimizin ayağına diken batsa bunu Bayır Bucak'taki Türkmen kardeşimizden ya da İdlib'deki Arap kardeşimizden ayırt etmeyiz. Hiçbir fark yok. Çünkü bunların hepsi bizim akrabalarımız.

İçerideki sürece baktığımızda en önemli gördüğüm husus şu; bazı provokatif çevreler veya bu çözüm sürecinin mecra değiştirmesini isteyenler, çözüm süreciyle kamu düzenini ayrı yerlerde değerlendiriyorlar. Yani sanki çözüm süreci var diye kamu düzeninden fedakarlık edilebilir. Bunun bir limiti vardır, bunu zorlamamalılar. Bu çok önemli. Bunu ister tavsiye, ister uyarı olarak alsınlar. Ama şunu açık bir şekilde ifade ediyorum, kamu düzeni bu devletin ve hükümetin ve kendilerinin de içinde bulunduğu meclisin korumakla hükümlü olduğu bir güvenlik şemsiyesidir. 

'Çözüm süreci var, ben yol keserim. Çözüm süreci var, güvenlik güçleri şunu yapmasın ama ben şunu yapabilirim.' Bu anlayış yaygınlaşırsa çözüm sürecine en büyük darbeyi bu anlayış vurur. Çözüm süreci ancak kamu içinde gerçekleşebilir. Kamu düzeni bozulduğu zaman nerelere gidilebileceğini çevremizde görüyorsunuz. Hepimizin bu çözüm sürecine sahip çıkması lazım. Peki kamu düzeni tam olarak tesis edildiğinde bundan sonra ne yapılır? Ondan sonra atılacak adımlar da yine birlikte yürünecek bir yol. Tek taraflı adımlar beklenip sonra da o adımları sanki kendi mücadelelerinin sonucuymuş gibi yansıtırlarsa burada iyi niyet görmeyiz. Burada hükümetimizin ve diğer bütün sivil toplum kesiminin de şimdiye kadar yaptığı iyi niyetli adımlar bu anlayışın sonucu olarak geldi. Ben bunun önümüzdeki dönemde güçlenerek artacağını düşünüyorum. Yani hem kamu düzeni ihlalleri azalacak ve ortadan kalkacak hem de bu yönde atılacak adımlarla biz diğer ülkelerden çok farklı bir yerde olduğumuzu göstereceğiz. Çağrımız bu, zihnimizde çok berrak bir yol haritası var onu da paylaşıyoruz. Bu berrak yol haritasının hiç lekelenmeden devam etmesi, herkesin menfaatine."


Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
İlgili konular
Bu haberi paylaşın